19 Mart 2012 Pazartesi

22. Ankara Uluslar Arası Film Festivali

Ankara Uluslar Arası Film Festivali'nden Birkaç Not



17-27 Mart 2011 tarihlerinde Ankara’da Büyülü Fener, Barı Sineması, Goethe Enstitüsü ve
Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde gerçekleşen film gösterimleri, atölye çalışmaları ve
söyleşilerden katılabildiklerimle ilgili izlenimlerimi paylaşmak istiyorum.

Bu türden festivallerin sinema, belgesel sinema üzerine kafa yoranlar bakımından önemli
katkıları olduğu ortada; ayrıca merak ettikleri filmleri daha uygun koşullarda izleme
olanağı bulanlar açısından yararlı. Ancak ‘Özgürlük’ ya da üç bölümlük ‘Paris Komünü’ gibi filmlerin bir kez gösterilmesi nedeniyle yer bulamayanlar bakımından da burukluk
yarattığını söylemeliyim.

Doğrusu nitelikli filmlere ilgi yoğundu; örneğin ‘Özgürlük’ü ayakta, aralarda izleyenler bile
vardı. Ailesini kaybeden bir çocuğun Çingene bir ailenin peşinden giderek yaşadıkları,
tarihsel gerçeklere ve belgelere dayanarak beyaz perdeye aktarılmıştı. Güneşin çocukları ve müziğin çalışkanları olarak tanıdığımız Çingenelerin ‘mülkiyet’in bir ‘hırsızlık’ olgusu
gerçeğiyle yüzleşmemizi sağlayan yaşam tarzları, delilerini de sonuna kadar
savunmaları, özgürlüklerine düşkünlükleri, onların bu niteliklerini kavrayan bir Fransız
kasabasının belediye başkanı ve veteriner hekimiyle orada çalışan bir öğretmenin
‘dayanışma bilinci’ sinematografik açıdan güzel verilmişti. İzleyici de yarattığı duyarlık
derindi. Aynı derinliği, Kazak-Rus ortak yapımı ‘Şaman’ filminde bulmak mümkün
değildi. ‘Şaman’ tiplemesinin ritüel zenginliği, mistik bir söyleme de kayarak verilmişti.
Sovyetler sonrası ortaya çıkan mafya, yeni sermayenin nasıl güçlendiğini göstermesi
bakımından, özellikle de yıktığı dayanışma ve toprağa bağlılık ilişkilerinin öne
çıkarılması nedeniyle önemli bir konuyu işleyen bu filmde, Batı sinemasının tekniklerine
başvurulması niteliğin düşmesine yol açmıştı.

Batı Sineması’nda gösterilen İran filmlerinden ‘Kanlı Altın’ ise, gerek bu ülkedeki sınıf
çatışmasını içten yaşayanların, gerekse oradaki yobazların baskısını içten sorgulayanların
dışavurumları bakımından ilginçti.

Festival sırasında Goethe Enstitüsü’nde Egemen Berensel ve Nurşen Bakır’ın yürüttükleri
Buluntu Film Atölyesi çalışmasına katılanlar, sinema estetiği, felsefesi üzerine
sorgulamalar yaparken aynı zamanda bir film yaratma konusunda uygulama yapma
olanağı da buldular. Aynı mekanda gerçekleşen ‘Direnişler- Arap Video Sanatı’
gösterimleri, bir Fransız kuruluşu olan Lowave tarafından düzenlenmişti. ‘Videoart’
olarak bilinen bu çalışmaların, üzerinde yönetmen ya da senaristçe istenildiği gibi teknik
oyunlar gerçekleştirilebilen bir özellik taşıması nedeniyle, sanat açısından ciddi
tartışmalara da yol açtığı biliniyor. Dijital fotoğrafçılıkta olduğu üzere ‘sanat’ boyutu da
tartışılıyor tabii. Bunlar bir yana başlıkta yer alan ‘direniş’in çağrıştırdığı derinlik ve
zenginlikte videolar olmadığını, izleyenler hemen fark ettiklerinden, değerlendirme
bölümünde ‘Neden böyle bir başlık kondu’’ sorusu gündemi belirledi. İlgili kuruluşun
temsilcisi de, ‘Bu videoları, Doğu ve Batı’dan gözler nasıl Arap dünyasını
değerlendiriyor’ Bunu saptamak, durumu yansıtmak amacıyla seçtik.’ diye yanıtladı. Oysa, ‘Beyrut’tan Sevgiyle’de olduğu gibi, oradaki direniş gerçeğiyle pek ilgisi olmayan,
hatta manipüle edildiği anlaşılan uyuşturucu kullanıcıları üzerinden bunun verilmesi,
izleyenlerden sert eleştiri aldı.

Doğrusu, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da son aylarda gündemi belirleyen halk hareketlerinin
niteliği ve özellikle Libya’ya emperyalistlerin Fransa ve ardından Nato üzerinden
saldırısı dikkate alındığında, böyle videoartların seçilmiş olmasını, pek hayra yormak
mümkün olmuyor.

Festivallerde seçici olmak ve tematik bir yol izlemek de mümkün. Bu anlamda tanıtım
kataloglarının da çok iyi hazırlanması gerekiyor.


Müslüm Kabadayı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder