26 Mart 2012 Pazartesi

"Faşist Darbeler" ve İki Roman

Her yazınsal yapıt, gerçekliğin soyutlanıp yeniden kurgulanarak ‘sanatsal gerçek’e dönüştürüldüğü, o
yapıtı ‘gerçekleştiren’in algı-imgelem ve anlatım gücüne göre okur dolayımında ‘hayat gerçek’ine
kavuştuğu bir süreçte değerlendirilmelidir. Bu açıdan yazınsal yapıtın niteliği; yaratıcısının
gerçekçiliğine, yaratıcılığına ve anlatım gücüne de bağlı olmak kaydıyla hayata tanıklığın, insani
durumların ve duyarlıkların kahramanlar, olay ve olgular, nedensellik, tutarlılık bakımından
verebilme düzeyiyle belirlenir. ‘Büyük anlatılar’ın klasikler haline gelmesinde böyle bir düzeyin
yazınsal yapıtları olmalarının payı büyüktür.

Ülkemizde ‘büyük anlatılar’ın yazınsal yapıtları, ne yazık ki çok fazla değil; aslında Osmanlı
dönemi coğrafyası ile Türkiye coğrafyasında toplumsal, siyasal ve kültürel değişim ve
dönüşümlerin yoğun yaşandığı, önemli çatışma ve gerilimlerin biçimlendiği, sınıfsal ve kişilikler
düzleminde önemli altüst oluşların gerçekleştiği dikkate alındığında büyük destanların, nehir
şiirlerin, klasikleşen romanların çok az yazılabilmiş olması düşündürücüdür. Konumuz, bunun
nedenleri olmadığından, bir gerçeğin altını çizerek esas konumuzla bağını kurmakta yarar
görüyoruz. Yaratıcılık, ihtiyaçtan doğduğu kadar ‘baskı’ya karşı direniş geliştiren bir geleneğin
oluşmasıyla da yakından ilgilidir. Bu açıdan özel-genel ilişkisini, tarihsellik, nedensellik ve
toplumsal yaratıcılık bakımından zengin biçimde kuran kalemlerin beslenme kaynaklarının
yetersizliği, okur-yazar dolayımının zayıflığı, yazınsal ortamın sürekli müdahalelere açıklığı
çerçevesinde sorunun günümüzde can alıcılığını sürdürdüğünü görüyoruz. Türkiye’nin
modernleşme sürecinin daha çok dış dinamiklerin belirleyiciliğinde gelişmesi, toplumsal
sınıfların özgünlüklerinin tarihsel ve diyalektik materyalist çerçevede zengin anlatımlarının
yetersizliği, eğitim kurumları ve üniversitelerin yazınsal yaşamı besleyen bir zemin sunamaması
vd. birçok nedenle ‘eksikli yazınımız’ın faşist darbelerin de kurbanı olduğunu söyleyebiliriz.
Özellikle 12 Eylül Faşist Darbesi’nin, kitap-dergi-gazetelerin silahlarla birlikte ‘suç aleti’ olarak tv
ve gazetelerde yıllarca birer ‘korku’ aygıtına dönüştürdüğü dikkate alınırsa, bugün neden
ülkemizde etkin bir okur-yazar ilişkisinin kurulamadığı ortadadır.

‘Darbeler’le ilgili ülkemizde ideolojik ve siyasal açıdan epey zengin bir metinsel kaynağın
olduğunu söyleyebiliriz. Toplumsal ve siyasal halk hareketlerinin bile ‘darbe’ olarak algılatılmak
istendiği, devrimcilerin ‘darbecilik’le suçlanılmaya çalışıldığı saçmalıkların dışında, ülkemizde
‘darbeler’in niteliği konusunda net bir değerlendirme var; o da NATO’nun, dolayısıyla
emperyalist güçlerin onayı olmadan Türkiye’de askeri bir darbenin yapılamayacağıdır. Bunun
siyasal karşılığı şudur: Türkiye kapitalizmi emperyalizme bağımlıdır, emperyalizm 1946’dan
itibaren giderek bir iç olgu haline geldiğinden Türkiye egemen sınıflarının ve emperyalizmin
çıkarları dışında devletin

darbelerle yeniden biçimlendirildiği bir örnek yoktur. Bu ‘net gerçek’i, toplumsal belleği
karartmak, sınıfsal-siyasal bilinci dumura uğratmak için medyada şaklabanlık yapanların
söylemlerini yerle bir eden en önemli dinamiklerden biri de yazınsal alandır. Bu açıdan özellikle
12 Mart ve 12 Eylül Askeri Faşist Darbelerinin niteliklerini, bunun toplumsal, siyasal ve kültürel
yaşamdaki izdüşümlerini, kahramanların iç dünyalarında yarattığı dirim ve yıkımları güçlü
biçimde anlatan yapıtlar önemlidir. Bu yapıtların tümü üzerine ülkemizde ciddi bir inceleme,
araştırma ve değerlendirme yapılmadığının da altını çizerek, Tersakan Toros dergimizin bu
konuda bir dosya yayınlamakla bu eksikliğin giderilmesine ciddi bir katkıda bulunacağını
belirtmek isteriz.

Bir dönemin toplumsal, siyasal ve kültürel dokusunu yazınsal metnin olanakları çerçevesinde en
zengin biçimde verecek türün roman olduğunu söyleyebiliriz. Ülkemizde romanlardan yola
çıkarak tarihsel ve toplumsal, hatta siyasal değerlendirmeler yapan incelemeler de
yayınlanmakla birlikte üniversitelerimizden bu alanda önemli yapıtların çıkmıyor olması da
düşündürücüdür. Bu noktada önemsediğimiz önemli çalışmalardan biri Tevfik Çavdar’ın kaleme
aldığı Yazılama Yayınları’ndan çıkan ‘Türkiye’nin Yüzyılına Romanın Tanıklığı’dır. Böyle
yapıtların, Tevfik Çavdar’ın, ‘Severek okuduğum birçok yazarın yapıtına yer vermediğimin
farkındayım.’ cümlesinden hareketle, özellikle yeni kuşağın habersiz yetiştiği yazınımızın ders
kitaplarında yer verilmeyen usta kalemlerinin öykü ve romanlarına ilgi duymalarını sağlayacak
biçimde çoğalmasını diliyoruz.

Türkiye halkının kaderinin belirlenmesinde önemli rol oynayan 12 Mart ve 12 Eylül Askeri
Darbelerinin roman diliyle anlatımının yapıldığı iki yapıtı, bir dergi metni oylumunda
değerlendirmeye çalışacağız. 12 Mart’a tanıklık eden roman Burhan Günel’in ‘Ahtapot’unun 1.
baskısı, abm Yayınevi tarafından Mart 2011’de; 12 Eylül’ün yansımalarını zengin biçimde ‘sürgün
yazını’ çerçevesinde veren Fırat Ceweri’nin ‘Geç Bir Sonbahardı’ romanının 1. baskısı ise İthaki
Yayınları tarafından Nisan 2008’de yapılmış. Bu romanların, konumuz açısından önemi şu:
‘Ahtapot’, yazarı asker olan ve bir bakıma yaşamöyküsünden derin izler taşıyan bir roman ve 12
Mart askeri darbesini yapanların amaçlarıyla içerden çelişenlerin karşılaştıkları büyük acı ve
yıkımı, dışarıdaki direnişle ilişkilendirerek vermesi bakımından öne çıkarılması gerekiyor.
Türkiye’de asker kökenli olup darbelerle ilgili farklı bilgileri ortaya koyan birçok kalemin
bulunduğunu biliyoruz ama yazın türlerinde yapıt verenlerin örnekleri çok az. Burhan Günel de
o ‘azınlık’tan bir yazar. ‘Geç Bir Sonbahardı’ ise, iki açıdan önemli bir roman. Birincisi,
1970’lerde politik mücadelenin içinde yoğunlaşan ana kahramanın hayatının, ‘Hat Altı’ndan
İsveç’e uzanan sürgün dönemi’ İkincisi de ülke özlemiyle doğup büyüdüğü kente döndüğünde
karşılaştığı olay ve olguların boyutları. Özellikle ülkemizin en önemli sorunlarından biri olan
‘Kürt sorunu’ odaklı yaşananları, bunun toplumsal yansımalarını içerden bir sesle, yazınsal dille
vermesi, bu konuda okurun yeniden düşünmeye, empati kurmaya yönlendirilmesi bakımından
çok etkili olabileceğini düşündüğümüz bir yapıt. İki romanın da sahiciliği ve etkileyiciliğinde
‘içerden bir ses’in yaratıcılığıyla kaleme alınmalarının payının yüksek olduğunu belirtmeliyiz.

‘Ahtapot’u ‘Gazeteci Celal Şimşek ile kızı Ayşim’in anısına’’ ithafıyla ve Albert Memmi’nin ‘Baskı,
her şeyden önce ezenin ezilene karşı nefretidir.’ özdeyişiyle başlatan Burhan Günel’in, Kurgu
Kültür Merkezi’nde romanıyla ilgili yapılan söyleşide dile getirdiği üzere Polatlı’daki gazetecinin
yaşamından yararlandığını anlıyoruz. Sol düşünceyle çevresindeki haksızlıklara, baskı ve
yanlışlara savaş açan gazeteci-matbaacı Coşkun Bey olarak romanda karşımıza çıkan kahraman
ve onun mücadelesini annesi Emel Hanım’la birlikte sürdüren kızı Filiz, bu bağlamda
değerlendirilebilir.

Romanda Hataylı iki subay Metin ve Faruk, ülke sorunlarına duyarlı, aydınlanmadan yana,
okuma ve yazmaya meraklı tipler olarak çizilir. Özellikle Faruk, ‘Mavi Tuna Meyhanesi’nde
buluşan yazar-şairlerle ilişkisi geliştikçe öyküleri dergilerde görülmeye başlanan genç bir
öykücüdür aynı zamanda. Bu meyhanede bir araya gelenlerin saygı duyduğu Köy Enstitüsü
mezunu yazarlardan Mehmet Saran, düşünsel eylemleri nedeniyle öğretmenlikten atılmış olup
Polatlı’da yaşarken eşinin yaşamdan beklentilerinin farklılaşması nedeniyle görüş ayrılığına
düşmüş, büyük yapıtlar yazmaya devam edeceğine dair kızı Işık’a söz vererek İstanbul’a
gitmiştir. Kaldığı tek odalı bir evlerden oluşan ortama, Metin’in de komşu olmasıyla romanın
akışındaki olaylar zincirinin nedensellik bağı kurulur. Metin, askeri öğrenciyken farkında
olmadan siyasi çalışma yapan arkadaşlarına yaptığı yardım nedeniyle 12 Mart darbecileri
tarafından gözaltına alınıp işkenceden geçirilince, aydınlar-sanatçılar ve siyasi duyarlılığı olan
toplum kesimleri arasında yaygınlaşan ‘sürek avı’, korkunun dağları sarmasına da yol açar. ‘Es es
Sülo’ olarak bilinen Süleyman Sungur’un oğlu Erdinç’in baba baskısına karşı gelerek evi terk
edip İstanbul’a gelmesi ve kuzeni Metin ağabeyini bulmasıyla başlayan gerilim ve çatışma, yine
Dicle Köy Enstitüsü mezunu olup öğretmenlikten kendi isteğiyle ayrılarak önce hukuk okuyup
avukatlık yapan, sonunda da halı ticaretine başlayarak ‘burjuvalaşan’ Fevzi Çanlı’nın çevirdiği
dümenlerle doruğa çıkar. Mehmet Saran’la okuldan tanışan Fevzi Bey, sınıf değiştirdikten sonra
istihbarat içinde etkili kişilerden biri haline gelir, Erdinç’in korkusundan ve işsizliğinden
yararlanarak onun muhbirlik yapmasını gerçekleştirir. Erdinç’in Ankara’da okuyan ağabeyi Eray
da, önce sınıf mücadelesine destek veren eylemlere katılır, daha sonra rahat yaşama düşkünlüğü
nedeniyle muhbirliğe başlar. Alman faşistlerine yakınlığı nedeniyle ‘Es es Süleyman’ diye
çevresinde bilinen adamın çocuklarının, önce babalarının konum ve düşüncesini sorgulamaları,
sonra da muhbirliğe başlamaları Freudyen bir açıklamayla ilişkilendirilebilir mi’

Romanda ‘döneklik’ öne çıkartılırken, bunun arka planında toplumu ahtapot gibi saran korku ve
baskının şiddeti verilmeye çalışılır. Yazar Mehmet Saran’ın evini terk ederken kızı Sevgi’yle
kurduğu diyalogda şöyle dile getirilir bu durum: ‘Ülkeyi, kolları çok uzun ve çok güçlü dev bir
ahtapot sardı; suç makineleri çalışıyor, her türden insan arasından suçlular yaratılıyor. Aydın
olmak, muhalif olmak yeterli neden; hele benim gibi solcu bir yazar’’ Kızının sorusunu böyle
yanıtlayan ve ülke sevgisinin kaynağına belleğinde giden Saran’ın şu sözü, askeri faşist
darbelerin niçin yapıldığını da betimlemektedir: ‘Onlar ülkeyi emperyalizme teslim ederken, biz
de başımıza geleni çekeceğiz ama yılmayacağız, direneceğiz. Bu ülke bizim.’ (s.41)

Baskı ve korkunun, egemen sınıfların geliştirdiği yöntemlerle otosansüre nasıl dönüştüğüne,
kendilerini ziyarete gelen Metin ve Erdinç’in ardından Faruk’un iç sorgulamasında tanık oluruz
romanda. ‘Ya benim başıma da gelirse’ Hem korku, hem tehlikeden uzak olma duygusu iç içe
girdi; tedirginlikle sevinç kol kola girip Faruk’u ele geçirdi. Şimdilik bir şey yok ama hiçbir
zaman olmayacak anlamına gelmez. Ben de dikkatli olmalıyım. Keşke buraya gelmeselerdi. (‘)
Yanakları yanıyordu; çok korkuyorum, hem de utanıyorum kendimden.

Bu nasıl baskıdır’ En yakın insanları bile birbirine düşürüyor.’ (s.99) Genç bir asker öykücü
olarak meyhanede aralarına katılan Faruk’a hep kuşkuyla bakan Mehmet Saran’ın dilinden de
şöyle bir sorgulama dikkatimize sunulur: ‘Ardından baktı Faruk’un; bir zamanlar tanıdığı
devrimci bir polisi anımsadı. Meslekten atıldıktan sonra piyango bileti satmaya başlamıştı. Bu
çocuğun başına bir şey gelmese bari. Öylesine saf yürekli ki’ Başlangıçta muhbir mi diye
kuşkulanmıştım ama değil galiba, pırıl pırıl bir genç.’ (s.124) Daha sonra bu meyhaneden karısı
Nuran’ın kaygılarını gidermek üzere hızla ayrılıp yolda giderken takip edildiği kaygısıyla
afakanlar basan Faruk’un dilinden verilen şu sahne önemli: ‘Boğazıma sarılmak için ardımdan
gelen o iki adamdan kurtulabilirim bu durumda. Peki bekçi de onlardansa’ Kolları var karanlığın,
elleri var. Atlantik Okyanusu’nda büyümüş dev ahtapotun kolları her yanda karşısına çıkıyor,
boğazını sıkıyor.’ (s.125) Yazar, Faruk’un ruh halini bugün de kendi kişiliğinde yaşatırcasına
güçlü olan bu ahtapotun ‘Atlantik Okyanusu’nda beslendiğini vurgulamakla, ABD
emperyalizminin ülkemizdeki içkinliğine de işaret ediyor.

Kuzeni üsteğmen Metin’in işkenceden kurtulup bitkin biçimde eve gelişiyle korkuya kapılan
Erdinç’in süreç içinde muhbir haline gelmesinin arka planını şu cümlelerde bulmak mümkün:
‘‘bu Fevzi Çanlı’da çok iş var. Girerim mağazasına, kalırım İstanbul’da anasını satayım. Yeter ki
koruyup kollasın beni; hayır, dönmeyeceğim memleketime. Dünya umurunda değil Fevzi
Çanlı’nın; çalsın sazlar oynasın kızlar; bırak oğlum böyle kara kara düşünmeyi. Bir akşam
buluşalım da gidelim Beyoğlu’nun arka sokaklarına. Kimler ki bu bey ve oğlu’ Belki beni de
tanıştırır günün birinde. Benimde umurumda olmaz dünya.’ (s.148) Bu umurunda dünyanın
olmadığı bir yığın yaratmak için üç şeye darbelerin ağırlık verdiğini romanın değişik
bölümlerinden çıkarmak mümkün. Futbol, seks ve korku. 12 Mart’ta sınırlı ama 12 Eylül’de
ülkenin tüm damarlarına yedirilen bu üç unsurun, toplumda meydana gelen çürüme ve
kurumlarda gerçekleşen çözülmede ne denli etkili olduğunu görmemek için, bakar kör olmak gerekir.

Doğrusu, romandaki kahramanların adlarıyla çizdikleri kişilikler arasında da bağ kurmak
mümkün. Mehmet Saran’ın, duyarlı ve babacan tavırlarıyla dostlarını korumaya çalışmasını
‘Saran’ soyadı verilmesiyle ilişkilendirebiliriz, Fevzi Çanlı’nın da ‘çan’ın yankılamasıyla koşut
yaptığı istihbarat faaliyetini bağlayabiliriz. Metin’in, işkencede arkadaşlarını haksız yere
suçlamalasını isteyenlere karşı direnişiyle özdeşleşen bir adlandırmayla karşımıza çıktığı
romanda döneklik ya da ihanete karşı hep dostluk ve dayanışmacı fedakarlığıyla öne çıkan Ümit’i
de bu çerçevede değerlendirebiliriz. ‘Ümit’in hangi insanlarda olduğunu gösteren bu
ilişkilendirmeye aykırı iki ad ise Erdinç ve Eray’dır. Bu kardeşlerin ‘er’likle karşıt bir kişilik
sergilemelerinin ‘Her şey aslına döner.’ özlü sözüyle ilgili olduğunu düşünebiliriz. Babaları ‘Es es
Sülo’nun da Fevzi Çanlı’yla aynı faaliyet içinde olduğunu öğreniriz romanın akışı içinde.

Mehmet Saran’ın kızı Sevgi, yakın arkadaş oldukları Işık, gazeteci Coşkun Bey’in kızı Filiz de
kendi çaplarında karanlığa karşı ateş yakan, dayanışan kişilikler olarak adlarıyla
örtüşmektedirler. Romanda 9 ve 12 Mart darbecilerinin çelişki ve çatışmasına, Ziverbey
Köşkü’ndeki işkencelere, Elrom’un öldürülmesine gönderme yapılırken, bu darbenin
yapılmasının temel amaçlarından biri olarak 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişine dair hiçbir
emareye rastlanmaması dikkat çekmektedir. Bu da yazarın, aydın-sanatçı cephesiyle bağlantılı
askerlerin konum ve duruşları çerçevesinde dönem romanını kaleme aldığını göstermektedir.
Yazarın, özensiz davrandığı noktalardan biri de ‘ihtilal’ kavramını ‘darbe’ yerine kullanması
anlatıcı olarak ya da kullandırması kahramanlarına... ‘Alper, tatlı çocuk. İlkokul ikinci sınıfa
gidiyor. Ömrünün yedinci yılında bir ihtilal gördü; darısı öteki çocukların başına, yeni
doğanların, doğacakların.’ (s.195) Burada güçlü bir ironi yapılmış, ancak ‘devrim’ anlamına gelen
‘ihtilal’in burada kullanılması çelişki yaratıyor.

Bu yazı kapsamında bir roman incelemesinden çok ‘faşist darbeler’in yazınımıza nasıl
yansıdığına dair değerlendirme yapmak hedeflendiğinden, Filiz’le Ümit’in şu diyalogları
üzerinden Ahtapot’la ilgili söyleyeceklerimizi sonlandırmak istiyoruz. ‘ ‘Makineler satılınca
babam bir kez daha ölecek’ dedi Filiz. ‘Keşke sürdürebilseydik.’ Ümit burnundan solumaktaydı.
‘Askerlik belimi büküyor, yoksa çıkarırdık gazeteyi’ dedi ağlamaklı. ‘Coşkun Ağbi hep söylerdi
zaten, burası senin, benden sonra sen sürdüreceksin’.’ ‘Seni öldürürlerdi o zaman!’ dedi Filiz.
‘Bırakmamız en doğrusu.’ Yanına yaklaşıp elini tuttu, kemikleri çıkmış bakımsız yüzüne ,
ağlamaktan kızarmış gözlerine baktı sevgilisinin.; olduğundan daha çok çocuklaştın Filiz’im,
olduğundan daha büyüksün. Acı seni iki yanlı eğitti. Sana yetişemiyorum artık. Yalnızca
izliyorum. Sakın sen de gitme, elimden kayıp uzaklaşma. Korkuyorum. ‘Bak Filiz’ Direnmemiz
gerektiğini biliyorsun’ Bu fırtınayı da birlikte atlatırız.’ (s.207) Evet, 12 Mart faşizminin yarattığı
fırtına, Filiz’in annesi Emel Hanım’ın işkencelerden geçmesi, Filiz’in sürekli polis baskısıyla
kendini kaybetmesi ve intiharı, Ümit’in askerdeyken onun cenazesine katılması için izin
verilmeyişi, Faruk’u eşi Nuran tarafından terk edilişi, ablasının eniştesinin en zorlu günlerinde
onu terk etmesine Ümit’in gösterdiği tepki, Faruk ve Emel Hanım’ın yıkıma uğramış ailelerinin
bıraktığı evlerine dönüşlerinin derin acısı ve yeniden yaşama bağlılık, ülkelerine sevgi
besleyenlerin ayağa kalkmaları... Direnenler, ümidini yitirmeyenler, boyun eğmeyenler her yerde
ve zamanda yaşamı güzelleştirenlerin safında ayağa kalkıyorlar’

‘Geç Bir Sonbahardı’ romanında, ana kahraman Ferda’nın kişiliğinin oluştuğu bir Kürt
köyündeki yaşam biçiminden kente göç olgusuna, kent koşullarında toplumsallaşmaya başlayan
Ferda ve arkadaşlarının okul ve çevre ilişkilerine, lise çağındayken siyasallaşma süreçlerinin
üniversite öğrencisiyken liderlik noktasına sıçramasına, Kürt sorununa bakış ve çözüm
noktasındaki farklılaşmaya, hiç ilgileri olmadıkları halde bir polisin öldürülmesinden sorumlu
tutulacaklarını fark ettiklerinde de ‘Hat Altı’dan (Suriye) İsveç’e gidiş öykülerine, Ferda ile
Ferid’in mektuplaşmalarına, Ferid’in anılarına dönerek olaylar arasında bağ kurulmasına
dayanan bir olaylar zincirinden söz edebiliriz. Romanlarda mektupların kullanılması, Halide
Edip Adıvar’ın Handan’ı başta olmak üzere bilinmekle birlikte, bu romanda dün-bugün-yarın
diyalektiğiyle değerlendirildiğine tanık olmaktayız. Ferid’in mektuplarına hiç yer verilmemekle
birlikte Ferda’nın mektuplarındaki göndermelerden yazışmalarının arka planı sezdirilmektedir.

Roman, Ferda’nın oğlu Cengo’yla memlekete dönüş gününde yaptığı uzun konuşmayla başlıyor.
İsveç’e geliş süreciyle ilgili bir sürgünün iç dünyasını anlatan şu cümleler çok önemli: ‘O zaman
küçük bir odada kalıyordum. Dünyam da kaldığım odam kadar küçülmüştü. Yüreğim daralmış,
nefesim kesilmişti. Ağlıyordum oğlum. Sürgünün zorlukları, yalnızlığın acısı, sevdiklerime
duyduğum özlem karşısında bazen yüksek sesle bazen de hıçkırarak odamın içinde ağlıyordum.
İlk defa burada ağlamaya alıştım, ilk defa burada ağlamanın insana bir rahatlık duygusu
verdiğini hissettim. Ağlamanın, gülmenin karşıtı olduğunu kim söylemiş’ Hayır! Bazen ikisinin
eşanlamlı olduğunu burada öğrendim. Ağlamanın çoğu zaman gülmekten daha güzel olduğunu,
en az gülmek kadar insanı rahatlattığını ilk defa burada hissettim.’ (s.27) Yapıtın ilerleyen
bölümlerinde Ferda’nın, oğlu Cengo’dan uzun yıllar ayrı kaldığı, ‘Hat Altı’ndaki Kamışlı’dan
gelip İsveç’te yaşayan bir arkadaşının kardeşi olan Helin’le evliliklerinden dünyaya gelen
çocuğuna dört beş yaşından sonra karısının mahkeme kararıyla görüşmeme yasağı koydurması
üzerine hasret kaldığı anlaşılıyor. Ülke özlemi, orada yaşayan ailesine beslediği duygulara bir de
çocuğundan ayrılış acısı eklenince bir süre dervişan hayat süren Ferda’nın, ‘ağlamayı gülmekten
daha güzel bulması’ anlaşılır hale geliyor. Helin’in İsveç’e gelip çalışma ve toplumsal yaşama
katılmasından sonra geçirdiği değişimin olumsuz boyutlarını oğluna aktarırken baba, kadına
yaklaşımını da ortaya koyuyor. ‘Bazıları kadının gözleri açılmaya görsün, anında değişirler, dedi.
Ne biçim laftı bu böyle! Böyle saçma sapan laf mı olur! Bu tür laflara hiç inanmazdım, hâlâ da
inanmıyorum.Kadınlara bakışım hep farklı olmuştur. Hem ülkemde hem de burada
arkadaşlarım bana feminist derdi. Hep kadının haklarını savundum. Köle bir kadını nasıl sever
ki bir insan’ Kimse kölelere sevmez, onlara acır sadece. Acıdığın bir kadına nasıl aşık olabilirsin ki’’ (s.77)

Ferda’nın Helin’le tanışması ve arkasından Newroz bayramına katılmasıyla ilgili betimlemeleri
üzerinden, aynı coğrafyada yaşayan ama birbirinden habersiz olan toplulukların, birbirlerinin
değerlerine, kültürlerine nasıl yaklaşmaları gerektiğine dair ip uçları çıkarmak mümkün. ‘Hemen
hemen bütün Kamışlı halkı dışarı çıkıp yönünü Nusaybin sınırına çevirmişti. Sanki Kamışlı’nın
taşı toprağı orada toplanmıştı. Kürtler, Araplar, Asuriler, Keldaniler, Yahudiler, Hıristiyanlar,
Müslümanlar hepsi evlerinden çıkmış, işyerlerini kapatmış, en güzel kıyafetlerini giymiş,
üzüntülerinden, mutsuzluklarından kurtulmuş, tıpkı Ehmede Xani’nin Mem u Zin’inde tarif
ettiği gibi Newroz alanına çıkmışlardı. Newroz onlar için tek bayramsa, benim için çifte
bayramdı.’ (s.71) Doğrusu bu bölümü okurken, 2002 yazında Şam’da tanıştığım Kamışlı’ya bağlı
Amediye’den Dr. Halit’le kurduğumuz dostluk geldi aklıma. Böylece, tüm Dünya halklarının
eşitlik ve özgürlük içinde ortak bayramlarını kutlamalarının önemi, geleceğimiz için bir umut
ışığı olarak güçlendi bilincimde.

Romanda, ‘eski-yeni’ ilişkisinin nasıl kurulması gerektiğine dair de ilginç bir değerlendirme var
Ferda’nın anlatımıyla. ‘Dengbej kasetlerinin, masal anlatıcılarının sözlerinin ardına düştüm.
Annene yeni ve modern olanı gösteriyordum, o yeniliklerin peşindeyken ben eskilere
dönmüştüm. İkisini buluşturmaktı amacımız,yeni değerlerimizi yüzlerce yıllık eski değerlerin
üstüne inşa edecek, hayatı böyle sürdürecektik. Temelsiz yenilik, görgüsüzlüktür.’ (s.78) Böyle
düşünen bir koca, zamanla İsveç diline, oradaki yaşam biçimine hızla uyum sağlayan Helin
karşısında bocalamaya başlar; çocuk yapmak isteği karşısında Helin’in şu sözleri çok önemlidir:
‘Bütün Kürt erkekleri birbirine benzer, karıları okusun, gözleri açılsın istemezler, çünkü onlar eş
değil kendilerine hizmetçi ararlar.’ (s.80) Yazarın, romanın birçok yerinde aşka, sevgiye, kadın-
erkek ilişkisine, evliliğe dair çok zengin betimlemeler yaptığına tanık oluyoruz. Darbelerle
bağlantılı romanı değerlendirmek istediğimizden gerek erkekler gerekse kadınlar açısından,
sürgün yılları ciddi dayanışmalara örnek olduğu kadar ayrılıklara, haksızlıklara, kıskançlık ve
ölümlere de neden olmuştur.

Ülke sevgisi sürekli coşan, özlemi kabaran Ferda, bu durumu oğluna şöyle anlatmaktadır:
‘Henüz sen küçükken ve seninle ikimiz daha çocuk oyunları oynarken, içimde hep ülkeye dönme
özlemi vardı. Böyle planlamıştım. Sen büyümeden, henüz okula başlamadan dönecek ve sen
ülkende okula başlayacaktın. (‘) Ülkemde daha rahat edeceğime, edeceğine inanıyordum.
Ekonomik sorunlarım da yoktu, daha doğrusu kalmamıştı, Fakat annen durmaksızın henüz
erken deyip duruyordu. Zaten dönüşten söz etmemden hiç haz etmiyordu.’ (s.94) Bu duygu ve
yaklaşımın yoğunluğunu, İhsan Kutlu’nun İsveç’ten kesitlerin de yer aldığı ‘Galina’ romanında
okumuştum. Türkiye’de doğup da gurbette yaşayanların çoğunun bu duygular içinde yaşadıkları
biliniyor. Ferda İsveç’e dair şöyle diyor: ‘İsveç’in, insanları melankolik, serseme çeviren o
büyüsünü hiç anlamıyordum. İsveç kucağını bütün dünyaya açmıştı ve o kucak hâlâ açık
duruyor. Kendi ülkesinde baskı altında ezilmiş, oralarda demokrasi ve özgürlük içim mücadele
vermiş, devrim için ayaklanıp başarısız olmuş, hapishanelerden kaçmış, idamlardan kurtulmuş
siyah, beyaz, sarı ırktan binlerce insan; hepsi bu ülkede toplanmış, hep birlikte bu ülkenin
bahtına sığınmışlardı. Şimdi yetmiş farklı kültürden insanların yaşadığı bazı mahalleler var bu
ülkede. Ancak buraya yerleştikten sonra pek kimse bir daha kendi ülkesine dönmedi. Dönenler
de bir süre sonra tekrar İsveç’e geri geldi.’ (s.113) Romanın akışından, ‘özgürlük’ anlayışının da
ciddi biçimde sorgulandığına, özellikle Avrupa ülkelerindeki ‘özgürlük’lerin, zamanla oradaki
‘yabancılar’ın doğal asimilasyonuna vesile olduğuna işaret edildiğini anlıyoruz.

Doğrusu, kendi yaşantımızla da örtüştüğü için Helin’in, ‘Sen bütün aşklarını İsveçli kızlarla
tüketmişsin, posan çıkınca da gelip benimle evlendin.’ çıkışına karşı Ferda’nın açıklamasını not
düşmeyi anlamlı buluyorum. ‘Aşk ve sevgi bir sonu olan yemeye içmeye benzemez. Doğru, bir
pınardır ama pınar gibi kurumaz. Aşk hep kalır, sevgi hep canlıdır. İnsanı ayakta tutan, hayatı
güzelleştiren şeydir aşk. Aşka doyduğum için seninle evlenmedim. Aşkı özlediğim için evlendim
seninle. Sonsuz aşka ulaşmak için seninle evlenmeye karar verdim.’ (s.99) Kadın ya da erkek,
Avrupa’ya giden işçi, göçmen ya da sürgünlerin beklentileri, gelecek kurguları bakımından
belirleyici etkenlerden biri ülke-halk sevgisiyle iş sorunudur; Ferda’nın sorunu ise ülkesine
özlem ve dingin bir aşkla yeni bir hayat kurmak’ Bu duygu ve düşünceyle oğlu Cengo’yla
vedalaşır ve çocukluğundan beri en yakın arkadaşı olan Ferid’in onu ‘büyük ayrılık’
yolculamasıyla ülkesine döner.

Açıkçası, sosyolog-psikolog ve siyaset bilimcilerin çalışmalarına oldukça veri sunan ‘Geç Bir
Sonbahardı’ romanı adını, Ferda’nın ülkesinden ayrılırken ve ülkesine dönerken Ferdi’nin
kurduğu şu cümlelerden alıyor: ‘Geç bir sonbahardı, ağaçlar yapraklarını dökmüş, pastel renkli
yaprakları güçlü yağmurların altında yerlere yapışmıştı. Ford marka beyaz arabama bindik,
parktan çıkıp havaalanına giden yola saptık. (s.131) Çok insan gördüm ama onun gibi toprağına
bağlı bir başkasını hayatım boyunca görmedim. Ülkesine dönüşten bahsetmediği bir gününe bile
şahit olmadım, sürgünde rahatlıkla bir lokma ekmeğin boğazından geçtiğine de’ Sanki bir parça
demirdi o, memleketi de mıknatıs, iki uç durmadan birbirini çekiyordu.’ (s.136) ‘Gizlice bir
minibüse binip şehirden çıkınca, Ferda arkasına dönüp son defa şehre baktı, gözleri dolmuştu.
Ben ağlamaklıydım. Geç bir sonbahardı; o kadar çok sevdiğimiz şehrimizi, arkadaşlarımızı,
dostlarımızı ardımızda bırakıp gidiyorduk, hafif bir yağmur çiseliyordu, sürgün ülkesine doğru
yola çıkmıştık artık.’ (s.343) Hem sürgüne giderken hem de dönerken iklimin, ‘geç bir sonbahar’
olması, bunca deneyimden sonra ülkemizde eşitlik ve özgürlüğe dayanan bir gerçek barışı
kurmak için daha fazla gecikilmemesine vurgu olarak anlamak gerekiyor.

Dönüşte polisler tarafından işkenceden geçirilen, aktif siyasete katılmaması için tehdit edildikten
sonra baba evinde kalan kardeşi Musa’nın yanından kaleme aldığı mektupta Ferda, şöyle bir
değerlendirme yapıyor: ‘Evet kardeşim, kıyafetleri değişmiş, renkleri değişmiş, evlerinin,
arabalarının biçimi bile değişmiş ama kafalarının içinde kayda değer hiçbir değişiklik olmamış.’
(s.139) Emniyet güçlerine dair böyle bir değerlendirme yapan Ferda, ülkesiyle ilgili de şu
saptamayı dile getiriyor: ‘Yataktan çıkmışım şimdi ve yavaş yavaş İsveç’te olmadığımı anlamaya
başlıyorum. Ama kendi ülkemde olduğumu da söyleyemem. Her şey değişmiş, anlatmıştım sana.
İnsanların yüzleri, konuşma biçimleri, oturup kalkmaları, istekleri, amaçları her şeyleri
değişmiş. (‘) Kardeşim Musa’yı hatırlarsın, diğer kardeşimi çıkarmış evden. Bilmiyordum, meğer
beş yıldan beri iki kardeş birbiriyle konuşmuyor, selamlaşmıyorlarmış bile. Ailedeki keçi inadını,
birbirlerine karşı inatlaşmalarını bilirim. (‘) Kardeşimin evi hınca hınç doluydu, hepsi de aynı
kanı taşıyordu. Akrabaydık, Mutluluktan uçmak üzereydim. O sırada hissettiğim insan sıcaklığı,
yakınlaşması bana çok iyi geldi. Ancak hareketleri, oturma biçimleri, çay ve sigara içme stilleri,
konuşma şekilleri bana çok makul gelmedi. Bazıları birkaç kelimeyle hoş geldin dedi, bazıları
evlilik halimi, bazıları beraberimde çok para getirip getirmediğimi sordu, yaşlı biri de şakayla
karışık, bana sarışın hatun getirmez miydin dedi. (‘) Ailemizi, atalarımızı diğerleriyle
kıyasladılar, birbirimize karşı beslediğimiz kıskançlıktan şikayet ettiler. Onlara göre ailenin
aksakallıları kalmamış, o yüzden bir an önce bir rehber, lider belirlenmeli, onunla eski günlere
dönülmeli. (‘) Onlara karşı herhangi bir saygısızlık yapmamak için, onları görmekle ne kadar
mutlu olduğumu söyledim, bu kadar çok akrabam var diye dünyanın en mesut adamı bendim,
evet onlarla birlikte yaşamaya geldim ben. Onların bir parçası olmak için döndüm. (‘) ‘Vallahi de
seni çok özlemişiz. Sen gittikten sonra bir yıla kadar annemin gözüne uyku girmedi. Hasretinden
bir deri bir kemiğe döndü. Seni görmeden ölecek diye korkuyordu. Öyle de oldu. Babamız da
öyle, o da seni görmeden öldü.’ (‘) Çocukluklarını, gençliklerini görmemiştim kardeşlerimin.
Yaslarına oturmadığım, düğünlerinde halay başını çekmediğim için özür diledim onlardan.
Sürgünlüğün verdiği acıdan, yurduna dönüşün verdiği duygudan, ata yurduna tekrar gelişten,
yaz geceleri damda uyumanın zevkinden, sabahları horoz sesiyle uyanmanın verdiği keyiften söz
ettim.’ (s.144-151) Böyle duygu ve düşünceler içinde döndüğü yurduna uyum sağlamaya çalışan
Ferda, diğer mektuplarında Kürt coğrafyasında yaşanan kirli savaşın yarattığı gerçekliği, çarpıcı
yönleriyle anlatır. Aşiretler arasındaki iktidar savaşının, kirli savaş sürecinde ne büyük yıkımlara
yol açtığını, gençliklerinde aynı siyasal çatı altında mücadele etmiş iki arkadaşından Selim
Candan’ın korucubaşı, Reşit Öztürk’ün de PKK’li yöneticilerden olduğunu ve çevreye büyük
korku yaydıklarını gördüğünde anlayan Ferda’nın değerlendirmesi önemli: ‘Bir sürgün
ülkesinden, daha yabancı bir ülkeye dönmüşüm meğer. Eşekten düşmüş gibiyim. Şaşkınım. Yeni
bir ülkeye girmiş, yeni bir kültürü tanıyormuş gibiyim, her şeye sıfırdan başlamalıyım. Yeni bir
ülkeye, yeni bir kültüre alışmak zordur bilirsin. Hele üstüne demir kapılar örtmüş bir topluma
uyum sağlamak’ Doğduğum, canımdan çok sevdiğim, yüreğimde ona özel bir yer açtığım,
anılarıyla sarmalandığım bu ülkede yapamıyorum şimdi. Yirmi sekiz yıl boyunca gecemi
gündüzüme karıştıran ülke bana vatan olamıyor, kucağını açıp beni eski günlere götürmüyor.’
(s.185) Bir yandan ülkesine dönmenin sevincini yaşarken Ferda, diğer yandan da yakınlarından
başlayarak bütün bölgeye yaptığı gezide tanık olduğu gerilim ve çatışmaların etkisinde çıkış yolu
aramaya başlar. Devletin güvenlik güçlerinin yaptığı operasyon ve provokasyonların, PKK’lilerin
yaptıkları yanlış eylemlerin toplumda nelere mal olduğunu içerden ve estetik düzlemde
mektuplarıyla değerlendiren Ferda, ‘Ülke güzel Ferid, ama ülke güçlüklerle boğuşuyor,
düşmanlık kemiriyor her yanını.’ (s.196) saptamasını yapıyor. Toprağın, doğanın kendisi
sürgündeyken nasıl değiştiğini de şöyle dile getiriyor: ‘Köyde ve etrafında olan en önemli
değişiklik yeşillikti. Çoğu köylü, şimdi tarlasında kuyu açmış, su çıkarmış, yağmur duasıyla bin
bir rica minnet bir parça ekmek veren topraktan şimdi pamuk, darı fışkırıyor, her yer bağ bahçe;
şimdi salatalık, domates ekiyorlar, evlerin avluları ağaç gölgelerinde kalmış ve çocukluğumun
manzarası yok olup gitmiş.’ (s.232) Yok olup giden en önemli şeylerden birinin, ölümlerle,
katliamlarla gelen yürek katılaşmasının altında kalan güler yüz ve sıcak davranış olduğunu
görüyoruz. Ferda, böyle bir durumu şöyle betimliyor: ‘Her ne kadar benle sen buranın dilinin
uzağına düştüysek de, belli ki onlar birbirlerinin dilinden anlıyordu. Onun için kimse hiçbir
ölünün üstüne kapaklanmadı, ağlayıp sızlanarak, işte çocuğum bu demedi. Sadece bir kadın, bir
kızın cesedinin yanında durdu ve üç koldan bağırarak zılgıt çekmeye başladı. Bu zılgıt meselesini
de sonradan öğrendim. Birincisi, kızı evlenmemiş, evlenme çağındaydı, ikincisi de burada,
bizden sonra artık kimse ölen çocuklarının cesedi başında ağlamıyor, yas tutmuyor, sadece zılgıt
çekiyorlar, zılgıtla da geride hiçbir pişmanlığın kalmadığını anlatırlar onlara.’ (s.245)

Romanın sonuna doğru Ferda, çocukluk ve gençliğinin geçtiği kente yavaş yavaş uyum
sağladığını, kendine kütüphane kurduğunu, bazı faaliyetlere katılmaya başladığını samimi bir
dille Ferid’e anlatırken, doğmakta olan bir aşk güneşinden söz eder. ‘Savaşın gölgesinde,
aşkımdan bahsedeceğim arkadaşıma. (‘) Tanrım ne kadar güzeldi! Şimdi görsen onu, şansına da
hep güzel kadınlar düşüyor, diyeceksin ama benim şanssızlığım da, ben değil de onlar beni
seçiyor, sonradan da ben değil, onlar beni terk ediyor. (‘) Şimdi yalnızlıktan kurtarmaya
çalıştığım bu kadın oldukça gizemli biri aslında; bakışlarında gizli bir keder var kendini ele
veriyor bazen ama her yerinden müthiş bir yaşama isteği de fışkırıyor.’ (s.289) diye betimlediği
lise öğretmeni olan Dilnârin’le yakınlaşması üzerine, ‘Neredeyse birleşeceğiz. Neredeyse kanat
takıp uçacağım. Ülkeme döndüğüm için o kadar mutluyum ki şimdi. İnsanı en zor işe koşan şey,
aşkın verdiği güçmüş.’ (s.296) yorumunu yapıyor. Onunla yeniden coşkuyla hayata sarılan
Ferda’nın bir Newroz bayramındaki hem zengin coşkuyu hem de yaşanan büyük acıları,
kaybettiği Dilnârin’e kavuşma isteğiyle betimleyen bölümün, derin bir dram yarattığı görülüyor.

Dilnârin için son mektubunda, ‘İçinde solmuş olan gülü tekrar dirilteceğim. Bir gül gibi
taşıyacağım onu her yerde’’ diyen Ferda’nın, ‘Yazarın Notu’ bölümünde bir ay önce kaybolduğu
ve kendisinden haber alınamadığı belirtiliyor. Kaybedilişiyle ilgili rivayetler anlatılan Ferda’dan
yola çıkarak romanı şöyle bitiriyor yazar: ‘Ferda kaybolduğu için artık Türkiye’ye gitmekten
vazgeçmiyorum, aksine gitmek için daha çok heyecanlanıyorum. Kuşkusuz bu arada romanımın
iskeleti çöküyor, kurgusu darmadağın oluyor, konusu başka bir yöne kayıyor. Dönüşle ilgili
romanı yaz ‘Ahtapot’ ve ‘Geç Bir Sonbahardı’, Türk ve Kürt edebiyatının ‘faşist darbeler’
karşısında yürekli insanların yurtsever damarlarının her koşulda diriliğine tanıklık etmeleri
bakımından önemli. Roman incelemesi bakımından da ayrıca üzerinde durulmayı hak eden yapıtlar.

Son söz olarak, ‘Geç Bir Sonbahardı’da anlatılan Ferid’in faşizm koşullarında kitap saklama
yöntemi, 12 Eylül’de benzer yönteme başvurduğum bir sahneyi canlandırdı gözümde, bu
sahneden söz etmek istiyorum. Ferid şöyle anlatıyor: ‘Bir süreden beri aldığım ama bir türlü eve
getirmeye cesaret edemeyip bir dükkanda sakladığım Karl Marks’ın Das Kapital’ine kitapları
ciltleyen bir ciltçide cilt yaptırdım ve Kuran’ın kabının içine sokup duvara astım. Her gün inançlı
bir Kuran okuru gibi Das Kapital’i kabından çıkarıyor, bir süre okuyor, sonra tekrar kabına
sokup duvara asıyordu. (‘) Bütün keşifler ihtiyaçlardan doğmaz mı’’ (s.331) Şubat 1982’de
Yayladağı’ndan köyümüze gelip evimizi basarak beni gözaltına almak isteyen birliğin komutanı,
beni teslim etmemek için direnen güzel annemi ikna etmek için, ‘Bak teyze, şu duvardaki
Kuran’a el basarım ki çocuğuna bir şey yapmayacağız!’ dediğinde, Kuran cildinin gizli
bölmesinde İşçi Gerçeği dergisinin bulunduğundan haberdar değildi. Evet, bu romanları
okumanın bir yararı da o dönemleri yaşayanların belleklerini tazelemelerini ve dersler
çıkarmalarını sağlamak’

Müslüm Kabadayı


Kitabın Künyesi
Geç Bir Sonbahardı
Fırat Ceweri,
İthaki Yayınları,
Nisan 2008
352 sayfa

Kitabın Künyesi
Ahtapot
Burhan Günel
Abm Yayınevi / Edebiyat / Roman Dizisi
Kapak Tasarımı : Gürkan Ceylan
Editör : Tekin Ergun
İstanbul, 2011, 1. Basım
287 sayfa

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder