7 Nisan 2012 Cumartesi

"Yaşam Döngüsü'ne Farklı Bir Yolculuk - Müslüm Kabadayı


10 Haziran günü, seçimden iki gün önce Sevda’yla otobüse binip Kulu’ya gittik. Akşamüzeri bizi terminalde sevgili dostum şair Mehmet Ercan karşıladı. Kucaklaştık, hal hatır sorduk önce, sonra Zincirlikuyu köyünün yolunu tuttuk. O, birkaç ay önce baypas olduğundan arabayı dikkatli kullanıyordu, arada bir göğsünü ovduğunu görmek, rahatsız ediyordu bizi. Yolda ekinlerin gür, hayvanların besili olduğu anlaşılan tarlaları, köyleri geçtik; o arada bazı tarlaların başında çadırlar ve etrafında da çocuklar vardı. Mehmet Ercan dostum, bu insanların Urfa-Mardin tarafından gelen Kürtler olduğunu söyledi; buradaki şeker pancarı tarlalarındaki otların çapasıyla ilgili ailecek çalışan tarım emekçilerinin, dekar başına para aldıklarını belirtti. Bugünlerde yağmur çok yağdığı için bazen işsiz kaldıklarını da vurguladı. Aklıma 1960-70’li yıllarda Çukurova ve Amik’teki pamuk tarlalarında sürdürdüğümüz çadır hayatı geldi. Asi ve Ceyhan nehirlerinde yıkanır, bazen mecburen bu nehirlerin suyunu kullanırdık. Sıcak ve sivrisinek, hatta beyaz sinek başımızın püsküllü belası olurdu. Aslında o dönemde yaşadığım ya da tanık olduğum çok ilginç olaylar var. Hatırladıkça bunları öyküleştirmek geçiyor aklımdan ama’ 30 yıl sonra benzer sahnelere Konya Ovası’nda tanık olmak yüreğimi burktu. Her zaman olduğu gibi fotoğraf ve kamera çekimi yaparak, Mehmet Ercan’ın köyüne geldik.
Halil Ercan, karısı Özlem, çocukları Botan ve Zozan bizimle ilgilendiler; kısa bir süre sonra kuvvetli bir yağmurla akşamı karşıladık köyde. Biz şair dostumla içerde şiirleri üzerine çalışırken, dışarıda gerçekleşen tufan ağaçların duldasına sığınan civcivleri dondurmuş; bunu fark eden Özlem Hanım, onları buymuş halleriyle içeriye getirdi. Sevda, hemen saç kurutma makinesi istedi ve Mehmet Bey’le başladılar onları ölümden döndürmeye; ev halkı onların öleceklerine kanı gelmişken Sevda’nın ısrarla kurutma savaşı vermesinin semeresini almıştık ve üçü de hayata döndü civcivlerin. Botan, civcivlerinin kurtulduğunu görünce şöyle dedi: ‘Bunlar yumurta yaptıklarında toplayıp sana getireceğim Sevda Teyze.’ Evet, bir çocuğun hayvan sevgisi, doğanın haşmeti karşısında korunaksız kalan varlıkların yaşam haklarının icrası, bunun için gösterilen çabayı, ben de elimden geldiği kadar fotoğraflamaya, kamera çekimiyle belgelemeye çalıştım. Gerçi o telaşla civcivlerinin ölümcül anına yetişemediğimi sonradan fark ettim.
Mehmet Ercan’la bir ara odasına çekilerek, bana incelemem ve görüş belirtmem konusunda verdiği şiir dosyasını değerlendirdik. Üzerlerinde notlar tuttuğum dosyadaki önerilerime büyük oranda katılan sevgili dostum, bu doğrultuda yeniden işçilik yapacağını söyledi. Umarım bu notlarımızın, değerlendirmelerimizin yer aldığı dosyaları saklar da ileride edebiyat tarihi açısından değerlendirmeye alınır. Bizim için de ‘edebiyat dostları’ olmanın güzelliği, bu tabloda yerini alır. Sevgili Ercan’ın, ezilen bir halkın, sömürülen işçi-emekçilerin, dışlanan bir inancın (Kürt Halkı-İşçi Sınıfı-Alevilik) şiirde bir senfonik nehir oluşturmalarına yoğunlaştığını, bunu da birçok şiirinde gelenekten beslenen ama onu yenileyebilen bir dille, biçimle hayata geçirdiğini görüyorum. Bu görüşüme, bu dosyayı okuyan sevgili şair dostum Necmi Otçu’nun da katıldığını görmek beni sevindirdi. İki şair dostumla ilgili dergilerde yayımlanan değerlendirme yazılarımda, onların emekçi karakteriyle şiirlerindeki içtenlik, sahicilik bağlantısını vurgulamış ve son yıllarda post-modern edebiyatın ‘sentetik ürünleri’nden ayrışarak gerek felsefi şiir, gerekse ‘dirgen şiir’ olarak kavramlaştırdığım yeni biçim denemeleriyle şiirimize yeni soluk kattıklarını belirtmiştim. Doğrusu onlar gibi mücadele estetiğinin şiir dilini ve biçimini hayatın içinden kuran şairlerimizin damgasını vuracağı bir sanat dünyası için üzerimize düşeni yapmaya devam edeceğiz. Bunun gereğini burada Mehmet Ercan’ın son şiirlerinden birini örnekleyerek yerine getirmek istiyorum.
ŞAİR VE VARSIL
bir varsıl dedi ki bir şaire;
‘ömrümce kazandığım serveti,
vereyim sana dostum yeter ki,
şiir yaz karşılığında adımla. ‘
yoksul şair o varsıla dedi ki;
‘varsıl değilim senin gibi,
yine de girmem bu pazarlığa,
şiirimi almaya yetmez variyetin. ‘
‘mantıksız’ dedi kodaman bozularak,
‘bırak be adam bırak!
sana bir servet öneriyorum,
hayır diyorsun yüzünü ekşiterek. ‘
sürdürdü konuşmasını kalantor;
‘ yemesi hoştur kızarmış etin,
metelik etmez senin sanatın,
mutluluk öneriyorum kalan ömrüne. ‘
tepeden bakarak şaire varsıl,
kırdı üstadın gönül telini,
iki yana salladı şair elini,
dedi: ‘ bana sökmez kudretin ‘
yükseltti varsıl tonunu sesin;
‘öleceksin bu çöplükte açlıktan,
yok faydası sana inadın,
vazgeç gurur yapmaktan.’
‘ doğrudur’ dedi şair kibarca;
‘ yine de güvenme varsıllığına,
han’ın değil, hamam’ın değil,
o şairler kalacaklar yarına. ‘
varsıl alaylı güldü şaire;
‘ paran varsa adamdan sayılırsın,
kim sayar yoksa adamdan seni,
dolaşma bulutlarda in yere! ‘
yanıtladı şair onu erdemle;
‘ değerli şeyler de var paradan,
anlamaz onlardan senin gibiler,
anlayış beklemem paragözlerden. ‘
zaman geçti şair öldü veremden,
kaldırdı ölüsünü birkaç gariban,
varsıl da öldü üç bahar sonra,
sevenleri feryat etti yalandan.
sığmadı kalabalık koca alana,
günlerce, gecelerce tutuldu yası,
bitirdi servetini birkaç senede,
oğlu olacak kumar hastası.
yüzyıllar yüzyıllar geçti aradan,
ne kervan kaldı, ne han, ne hamam,
tek kuruş kalmadı koca varsıldan,
şiirleri dillerde yoksul şairin.
Bu şiir, Ömer Hayam, Nâzım Hikmet başta olmak üzere Dünya edebiyatında örneklenen benzer hikayeleri çağrıştırmıyor mu sizce’ Şairleri hapse atanların, sürgüne gönderenlerin, hatta öldürtenlerin adını sanını kimse bilmezken, onurlu ve gerçek şairlerin şiirleri dilden dile, çağdan çağa yaşamaya devam etmektedir. Gerçek ‘varsıllık’ üretici-yaratıcı yetenektir, özellikle evrensel ve devrimci nitelikte olan’
Sabah erken kalkıp bahçedeki hindi, tavuk ve ördekleri görüntüledikten sonra ahırlara geçerek sığırlarla ilgili fotoğraf ve kamera çekimi yaptık. Botan ve Zozan, tek tek ineklerin, öküzlerin ve buzağıların isimlerini söyleyerek bizimle tanıştırdılar. Üç buzağıdan ikisinin adı aklımda kalmış, efsanevi bir aşkın kahramanları olduğu için: Mem ve Zin. Dostlarımız, son beş yılda süt fiyatları gerilerken, yem ve ilaç fiyatlarının üçe katladığını örneklerle açıkladılar. Sütçülüğün bu civarda Ülker tekeline peşkeş çekildiğini belirttiler. İşin ilginç yanı, hayvancılığı ve tarımı çökertilen köyde AKP’ye % 60 civarında oy çıkmış. ‘Celladına aşık bu akrepler’in mutlaka sınıfsal refleks vermelerini sağlamak durumundayız.
Kahvaltımızı yaptıktan sonra Halil, Özlem, Zozan ve Botan’la vedalaşıp Kulu’ya geldik. Sevgili Dr. Mehmet Özsoy’un muayenehanesinde onunla kucaklaştık. Eşiyle merhabalaştıktan sonra, Cihanbeyli’den yola çıkan şair dostumuz Ömer Faruk Hatiboğlu’yla telefonla görüşerek Kulu makasında buluştuk. Onlarla da kucaklaşıp hal hatır sorduktan sonra arıcı arkadaşları Mehmet Ali ve Ahmet Coşkun kardeşlerin konuşlandıkları mekanın yolunu tuttuk. Köyün adını tam hatırlamıyorum ama Doğantaş olabilir, oradan geçerken ‘süt dolum tesisi’nin bulunduğu yeri gören Mehmet Ercan, oradakilere ‘Kime veriyorsunuz’’ diye sordu. Adam da seçimle ilişkilendirerek ‘AKP’ye’ dedi. ‘Yok yok , sütü kime veriyorsunuz’’ diye sorunca, adam ‘Onu da AKP’ye veriyoruz!’ diye çıkıştı. Bu sözde ikili anlam vardı, halka sitem ile ‘celladına teslim olma hali’. Biz bu diyaloga biraz gülüştük ama manzara, mevcut durumun kara mizahıydı aslında.
Küçük tepelerden ve otlarla çalılardan oluşan bitki örtüsüyle süslü araziden geçen ham yolu takip ederek küçük bir vadinin kesişim noktasında arı kovanlarına ulaştığımızda hepimiz doğayla buluşmanın sevinciyle arabalardan fırladık. Oradaki Ahmet, Mehmet Ali ve Yusuf Bey’lerle bizi tanıştırdı Ömer Faruk Hatiboğlu dostumuz. Bu güler yüzlü, doğacıl insanlarla kısa sürede kaynaştık. Açık alanda kurdukları semaverin altını yakıyordu Mehmet Ali Bey, Ahmet Bey, çalı çırpı toplama peşindeydi., ben de ona katıldım. Derken çok hızlı gelişen bir iş ve sohbet curcunası başladı. İlk çaylarımızı yudumladıktan sonra Mehmet Ali Bey’in rehberliğinde çevreyi gezmek üzere yürüyüşe başladık. Derin olmayan vadi boyunca Sevda’yla ben çekim yaptığımız ve arada bir doğayla kucaklaşıp bir birbirimize coşkumuzu, sevgimizi akıtmaya çalıştığımız için arkadaşlardan geride kalıyorduk ve bizi uyarıyorlardı hızlanmamız için’ Kimin umurunda olur ki güzelliklerin bir araya geldiği böyle bir ortam ve zamanda uyarılar, her şey kendi doğallığı ve coşkusuyla akıp gidiyordu.
Ahmet Bey, bu bölgede 136 farklı bitkinin arılara bal yapma olanağı sunduğundan söz etti. Aslında, doğadaki canlı türlerinin sürkülasyonunda arıların yarattıkları tozlaşmanın can alıcı noktayı oluşturduğunu, daha sonra Sevda’ya bir peçete kağıdına çizdirdiği en üste insanın, altında hayvanların, onun altında bitkilerin, en altta da arıların olduğu bir piramit üzerinden bunu somutladı. Doğrusu, onunla gün boyu yaptığımız sohbetlerde, böylesine donanımlı, doğacıl bir insanla tanışmanın sevincini yaşadığımızı hemen belirtmeliyim. Ankara’ya döndükten sonra kendisiyle yaptığım telefon görüşmesinde, bize gösterdiği sıcak ilgi verdiği bilgilerden dolayı tekrar teşekkür ettim. ‘Ne demek dostum, istediğiniz zaman gelebilirsiniz.’ deme inceliğini gösteren Ahmet Bey, bu ara oğul atan arıları kaçırmamak için çok uğraştıklarının da altını çizdi. O güzel balların kesimini 15 Temmuz civarında yapacaklarını söyleyip gelmemizde yarar olduğunu da vurguladı. Ben de kendisine ve Mehmet Ali Bey’e orada çektiğim fotoğrafları gönderdiğimi, kamera çekimlerini de dvd’ye aktardığımı, Mehmet Ercan’la kendilerine göndereceğimi söyledim. Teşekkür etti.
Ahmet Bey’i dinleyip ağabeyi Mehmet Ali ve Karadenizli arkadaşları Yusuf Bey’le birlikte arılarla, çiçeklerle diyaloglarına tanık olurken Duwarmish Kızılderililerinin Reisi Seattle’in 1854’te ABD başkanına yazdığı mektup geldi aklıma. O şöyle demişti: ‘Gökyüzünü, toprağı, kayaların ısısını, nasıl olur da alıp satabilirsiniz’ Bu düşünce bize garip geliyor! Eğer biz havanın tazeliğine ve suların pırıltılarına zaten sahip değilsek, siz onları nasıl satın alabilirsiniz’ Biz bunları belki de vahşi olduğumuz için anlayamıyoruz!.. Bu dünyanın her parçası benim insanlarım için kutsaldır. Her parlayan çam iğnesi, bütün o kumsallar ve sahiller, karanlık ormanlardaki sis, uçsuz bucaksız alanlar ve havada vızıldayarak uçuşan her bir böcek, halkımızın anılarında kutsaldır. Ağaçların gövdelerinden sızan sular, Kızılderili’nin anılarını taşır. Beyaz adamın ölüleri, yıldızlar arasında yürümeye gittikleri vakit, doğdukları ülkeyi unuturlar. Halbuki bizim ölülerimiz bu güzel dünyayı asla unutmazlar. Çünkü o Kızılderili’nin anasıdır. Nasıl biz dünyanın bir parçası isek, o da bizim bir parçamızdır. Güzel kokulu çiçekler, bizim kız kardeşlerimizdir. Geyik, at, büyük kartal bunlar da bizim erkek kardeşimizdir. Kayalık tepeler, ıslak çayırlardaki damlalar, atın vücudundan bularlaşan ısı ve insan; hepsi aynı ailedendir.’ Kendilerinden göçmen beyazlar için topraklarını isteyen ABD başkanının savaş yoluyla topraklarını ele geçirebileceğini de düşünen Seattle, o topraklara kendileri gibi bakmalarını istemektedir mektubunu sonunda ve böyle yapıldığında ancak ‘kardeş’ olabileceklerini vurgulamaktadır. 157 yıl sonra Dünya’ya baktığımızda, doğa ve tüm kaynakları daha çok kâr için yağmalamaya devam eden ABD başta olmak üzere tüm kapitalist devletler, sular-ormanlar başta olmak üzere her şeyi ticarileştirmenin peşindeler. Onun için otların renginden, çiçeklerin kokusundan, arıların sesinden anlayan insanların hızla çoğalması gerekiyor. Yoksa, bir 157 yıl sonra bunları yazacak kimse kalmayacak bu dünyada’
Doğrusu yaklaşık 3 saat süren Yaylada dolaşmamız sırasında, Akdeniz bölgesinde çok gördüğümüz ve yöremizde ‘eşek köftesi’ denen bitkiye, burada ‘eşek dikeni’ dendiğini öğrendim. ‘Eşek’ ortaklaştığımız adlandırma olduğuna göre bunda bir hikmet olmalıydı diye düşünürken Sevda, ilginç bir açıklama yaptı: ‘Buna yabani enginar diyorlar. O tepesindeki çanağı temizleyip çiğ yerseniz, karaciğerinize çok yararlı.’ Köylerimizde eşeklerin neden bu dikenli bitkiyi özenle yediklerini şimdi daha iyi anlıyorum, ‘hikmet’ini öğrenmiş oluyorum Sevda sayesinde. Başka bitkilerin, çiçeklerinde tek tek özelliklerini, sağlığımıza yararlarını öğrendikçe, anamın bahçe ve dağlardan topladığı otları yemek, salata yaparak bize sunmasının anlamını daha derinden kavradım; onu saygıyla bir kez daha andım. ‘Geven balı’yla önemli olduğu kadar, yağlı olduğu için çam çırası gibi ocak tutuşturmakta kullanılan geven doluydu etrafta. Yine çocukluğumuzda tazeyken topraktan söküp çiğ çiğ yediğimiz kengerin kartlaşmışlarının sütünü almak için birkaç tane kestik. Yaralara merhem olarak kullanılan, kaynatılıp suyu içildiğinde vücuttaki mikropları söken kantarondan topladık. Doğrusu sarı, mavi, yeşil, kırmızı, eflatun renkleriyle onlarca çiçekten bir buket yapıp Sevda’ya armağan etme olanağı bulduğum doğaya, sık sık şükranlarımı sunmayı ihmal etmedim.
Bu yaylalarda dolaşıp arıcı dostların yanında koyu sohbete, tartışmaya tutuşurken yanımızda olan kişilerden biri de Battal Odabaşı’ydı. Şair Yılmaz Odabaşı’nın amcasının oğluymuş. ‘Kürt Tarihi ve Kültürü’yle ilgili binlerce sayfa tutan bir araştırma yapmış ve bunun yayımlanmasıyla ilgili girişimlerde bulunmuş. Mehmet Ercan’la da Doruk Yayınevi üzerinden düşüncelerini paylaştılar. O kısacık sohbetlerde Marksist analizler yapmaya çalıştığını fark ettim. Çalışmasını okumadığım için kesin bir şey söyleyemeyeceğim ama bulunduğumuz ortamda sohbeti entelektüel düzeyde sürdürmeye çalışması pek yakışık almadı. Çünkü bilim ve felsefe insanlarına atıfta bulunarak, onlardan alıntılar yaparak konuşuyordu ve bunları hiç duymayan kişiler vardı aramızda, ayrıksı bir atmosfer oluşuyordu. Oysa, karşımızdakinin anlayacağı çizgiyi çok iyi bilmek ve onun seviyesini yükseltecek bir dil tutturmak durumundayız. Bunun dışında davranışları gayet rahattı. Ona da orada çektiğim fotoğrafları e-postayla ilettim.
İşte ilişkilerin takibi, dostlukların nasıl kurulması ve sürdürülmesi gerektiği konusunda ciddi sorunlarımızdan biri de bu. Yeri gelmişken bu konuda, etkilendiğim bir örnek vermek istiyorum; DTCF’de öğrencilik döneminden arkadaşım Adnan Durmaz, bugün gönderdiği yazıyı şu şiiriyle bitiriyordu:
‘bulutlar deli sağanaklar gibi dağlardan koptuğunda
yasemenler eserken açık pencerelerden
bahar başka bir damar gibi kalbimize sızdığında
zulümler kol gezerken
ve şehirler uzanırken dağların ardında
bunca yılgın ve kederliyken
yenilgiler kanarken derin bir yerlerimiz
kederler yığın yığın ışığımızı kapattığında
bıkkınlık her adımda kalbimize battığında
yer gök yalnızlıktan karardığında
yine de
böyle bir dünyaya karşı
kim ayakta tutabilir
bizi aşktan başka’
Şiir öncesindeki yazıda ise, bugün diyaloglarda ‘Nasılsınız’’ diye soran kaç insanın karşısındakinin ‘nasıllığı’nı dinlemeye zaman ayırdığını sormaktaydı. İş olsun diye yaptığımız davranış ve sözlerden birini çok yerinde sorgulamıştı. Bırakınız böylesine zaman ayıracak düzeyde yakınlık, dostluk kurmayı, kendilerine ilettiğiniz fotoğraflar, yazılar, yararlı slaytlar için, teşekkür beklemekten vazgeçtik, ‘Aldım, gördüm, okudum’ sözcüklerini yanıt olarak yazmaktan aciz bir yığın var karşımızda artık. Bu açıdan önemsediğim tüm dostlarımı, arkadaşlarımı, öğrencilerimi bir dengine getirip duyarlı olmak konusunda ayıktırmaya çalışıyorum.
Arıcı dostların çadırlarının bulunduğu mekanda köfte, tavuk bir yandan pişerken, diğer yandan salatalar yapılıyor, biber ve patlıcanlar börtleniyordu. Bir fasıl bunları atıştırıp dinlenirken ‘Kürt sorunu’ üzerine bir sohbet açıldı, özellikle Mehmet Özsoy dostumuz, 30 yıl önce Mardin’de doktorluk yaparken yaşadığı olayları anlatırken teni titriyor, gözleri yaşarıyordu. Daha sonra Sevda’nın da teyit ettiği üzere yıllardır sürdürülen ret ve imha politikaları, insanların canına o denli tak etmişti ki, bir halkın aydınları bile artık kendilerini kontrol edemeyebiliyorlardı. Bu çok ciddi bir durum ve eşitlik-özgürlük temelinde Kürt halkının sorunlarının daha fazla ertelenmeden çözümlenmesi elzem. Yoksa sermaye sınıfı, cemaatler, emperyalizm bu kaynayan kazandan medet ummak üzere pusuya yatmaya devam ediyor.
Çadırların oradayken bir yağmur bastırdı, yaz yağmuru olarak vurup geçti ama etrafta siyah bulutlar yeniden birikmeye devam ediyordu. Dr. Mehmet Bey, o sakin tane tane anlatımıyla bir bilgi verdi. Aklımda kaldığı kadarıyla hemen aktarayım. Osmanlı ya da Cumhuriyet’in ilk yıllarında Kırşehir vilayet imiş ve Balâ, Kulu oraya bağlıymış. Devletin ilişkileri sürdürdüğü mecliste nedense Kürtleri temsilen ‘Altılar’ denilen bir aşiret reisi varmış. Bu adam kendi çıkarları için bölgedeki diğer Kürtlerin aleyhine kararlara imza atarmış hep. Bu aşiret de Urfa-Diyarbakır bölgesindeki ‘İzol’ aşiretiyle akrabaymış. Diğer Kürt aşiretleri aralarında toplantı yaparak bu adamı temsilcilikten düşürmeye karar vermişler ve aralarındaki toplantıda başka birini seçmişler. Ne yazık ki Kırşehir Valisinin öncülüğündeki devlet erkanı ile ‘Altılar’ aşireti reisi bir oyun hazırlayarak bu seçilen kişinin temsilci olmasının önlemişler. Bizans’ta, Osmanlı’da oyun çok ve bu zihniyeti sürdüren ‘Yeni Osmanlıcılar’ da onlardan geri sayılmaz.
Sevgili Doktor Mehmet Özsoy, çarpıcı bir örnek daha anlattı. Dedesi buradaki Karacadağ Kürtlerinden Helikan aşiretine mensup olup Kurtuluş Savaşı’nda cephede düşmanla çarpışmış. Hafif yaralandığı için, savaş bitiminde bu durumda olanların kendi başlarının çaresine bakarak memleketlerine dönmeleri istenmiş. O da günlerce yürüyerek köyüne dönmüş. Daha sonra gazi olanlar maaş bağlanacağı söylendiğinde, ‘Ben maaş için savaşmadım, ülkem ve namusum için dövüştüm!’ deyip bu öneriyi reddetmiş. İşte bir halkı yaşadığı toprakla hemhal kılan yurtseverlik bilinci böyle olmalı değil mi’
Doğrusu, doğayla iç içe dolu dolu bir gün geçirdik; havanın tekrar karardığını görünce toprak yoldan dönmemiz zorlaşır düşüncesiyle arıcı dostlarla vedalaşıp Kulu’nun yolunu tuttuk. Sağ olsun Mehmet Ercan dostumuz hasta haliyle arabayı kullandı ve bizi sağ salim Kulu garajından yolculadı. Onunla kucaklaşıp vedalaşırken, ‘İşte insan sıcaklığının dostluğa dönüştüğü bu atmosferi yaratan yüreklere selam olsun!’ demekten kendimi alamadım.
Müslüm Kabadayı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder