21 Mart 2012 Çarşamba

‘Dersim’iz: Gece Kelebeği

Güzel ülkemizde, çelişkilerle yüklenen bu topraklarda, her şey yangından mal kaçırılırcasına
yapılıyor, ne acı. Bu zulümdür, ayıptır. Utanmazlar ve aymazlara sesleniyoruz: Bu ülkede ar,
edep nedir bilenler karşısında utanın artık!

‘Dersim’ üzerine yapılan ‘tartışmalar’ı radyolardan-tv’lerden dinleyen-izleyen, basından okuyan
dikkatli yurttaşlar fark etmişlerdir, kuzu postuna girmiş kurtların gerçeklere iki yöntemle
saldırdıklarını. Birincisi, ülke gerçeklerini bellek silme yoluyla önemsizleştirmek için dikkati hep
‘vesayet rejimi’nden kurtuluş reçetesi olarak ‘demokrasi maskarası’na çekmek’ İkincisi de,
toplumun sınıfsal, kültürel ya da tarihsel sorunlarında herhangi birini öne çıkararak devletten,
hükümetten ya da bir kurumdan hesap sormaya kalkanların elindeki ‘kozları’ bir katakulliye
getirip başka hedeflere saptırmak ya da içini boşaltmak’ Ülkemizde her iki yöntemin ‘başarı’yla
uygulanmasında kullanılan araç ise medyadır; bütün iletişim kanallarının kurtların eline geçtiği
koşullarda basın, radyo-tv, internet üzerinden biçimlendirilen toplumsal algının zamanla
subliminal (bilinçaltı) telkin yöntemleriyle derinleştirildiği görülmektedir.

Bu durumu, bugünlerde ‘gündemleştirilen Dersim’ çerçevesinde kısa ve özlü biçimde
örnekleyerek, tarihsel ‘Dersim katliamı’nı edebi dil ve yöntemle anlatan bir roman çizgisinde
değerlendirmek istiyoruz. ‘Dersim katliamı’nı bugünlerde gündemleştirenlerin ortak noktası,
sorunu tarihsellik ve bütünsellik içinde ele almayıp kendi asıl hedeflerine göre bir ucundan
tutmalarıdır. AKP hükümeti, her konuda olduğu üzere bu sorunu da özünü boşaltarak sorunun
muhataplarını ‘yandaş’ haline getirmek için siyaset yapmaktadır. Recep Tayyip Erdoğan’ın
açıklamalarında referans aldığı ‘Son Dönem Din Mazlumları’ kitabının yazarı Necip Fazıl
Kısakürek’in, bir halkın toplumsal-kültürel hakları için ayağa kalkışını çarpıtarak ‘din’ temelli
değerlendirdiği ortadadır. 1943’te çıkarmaya başladığı ‘Büyük Doğu’ dergisi ve 1949’da kurduğu
Büyük Doğu Cemiyeti’yle başbakan dahil bugünkü yöneticilerin çoğunluğunun yetişmesinde
etkili olan Necip Fazıl Kısakürek’in, 1945’te Aziz Nesin, Sabahattin Ali ve Behice Boran’ın da
yazılarının yayımlandığı Tan gazetesinin basılıp matbaanın yağmalanmasını örgütleyen kişi
olduğunu unuttuğumuz mu sanılıyor. ‘Çile’keş teşaürün katliamcılığının, 1970’lerde yaşanan
‘Kanlı Pazar’ başta olmak üzere birçok olayda fikir babalığıyla sürdüğünü de biliyoruz.
Dolayısıyla devlet adına özür dileyen mevcut egemenlerin timsah göz yaşı döktüklerini,
geleneksel olarak baskı ve sömürüye karşı dirençli damara sahip olan Dersim halkının elinden
‘hak silahları’nı almaya yönelik manevra olduğunu da görüyoruz. Çünkü, aynı başbakanın,
Osmanlı’da Alevi-Kızılbaş Türkmenlerin katlinin vacip olduğuna dair fetva yayımlayan
Ebussuut Efendi’yi göklere çıkardığını aklımızdan hiç çıkarmıyoruz.

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu ise, halkın ensesinde boza pişiren sermaye sınıfının bir kanadı
olarak ülkenin beline yerleştirdikleri tahtaravallinin kendine ayrılan kanadına basıyor ve halkın
baskılanıp sömürülmesine ‘katkı’da bulunmaya devam ediyor. Kişisel tarihinin arka planında
yer alan ‘Dersim katliamı’nın sınıfsal-siyasal gerçekliğinin bütün cepheleriyle ortaya konması
yerine ‘Arşivler açılsın!’ diyerek topu taca atıyor. ‘İnsanları mağaralarda fareler gibi öldürdük.’
diyen bir zamanların Emniyet Genel Müdürü, Bakanı ve vekaleten Cumhurbaşkanı olmuş İhsan
Sabri Çağlayangil’le yaptığı görüşmelerin dökümlerini bile ortaya koymaktan imtina edinen
Kılıçdaroğlu’nun tavrının da ne kadar manidar olduğu ortadadır.

Türkiye sermaye sınıfının siyasi temsilcilerinin yaptığı kayıkçı dövüşü, toplumun gözünü
boyamak çerçevesinde sürerken, bu konular üzerinde yıllardır araştırma-inceleme ve
değerlendirme yapan birçok kişiyle ilgili de davalar açılmaya, kitapları yasaklanmaya devam
ediyor. Hüseyin Akar, bunlardan biri; bir diğeri emekli öğretmen Mustafa Elveren, bu konuyla
ilgili aleyhine açılan onlarca davayı takip etmekten yorgun düştüğünü söylüyor ve başbakana
şöyle sesleniyor: ‘Ey, Başbakan! Bu hünerli savcılarınız size de aynı şekilde dava açabilirler mi’
Nerede o cesaret onlarda! Ancak bizim gibi gariban halk çocuklarına gücü yetebilir bu
‘vatansever’ yargıçlarınız. Nasıl olsa her zaman bir ‘BÖLÜCÜLÜK’ bahanesiyle suçlayabiliyorlar.’ Bu
feryat da gösteriyor ki, sorunun gerçek muhataplarının bütünlüklü sorgulayıcılıklarından
korkan egemenler, gerçeklerin tüm çıplaklığıyla gün ışığına çıkmasından korktukları gibi
sorunların temelden çözümünde ‘eşitlik ve özgürlük’ ilkesinden ne kadar uzak oldukları
ortadadır. Dersimlileri temsilen açıklama yapanların, TBMM’de görüşme yapanların da çubuğu
geçmiş-gelecek diyalektiği çerçevesinde niye şu noktaya bükmediklerini anlamak da mümkün
değil; Zazaki kültürünün, Dersim bölgesindeki kutsalların ve o güzelim doğanın HES denilen
barajların altında kalmasını hedefleyen projelerin uygulayıcısı olan sermaye sınıfından hesap
sormak’ Dersim’de uygulanmaya çalışılan ‘HES’ler de ‘modern katliam’ değil mi’

Tarihsel olguların bilimsel yöntemlerle incelenmesi ve değerlendirilmesi yanında, özellikle
toplumsal acılara, kişilerin belleklerinde derin yarılmalara neden olan katliamlar, sürgünler
başta olmak üzere ‘acılara yol açan olaylar’ın duygusal boyutlarının da mutlaka dikkate alınması
gerekir. 1937-38 süreci ve bu dönemde gerçekleşen ‘Dersim katliamı’nın bütünlüklü
değerlendirilmesi bir dergi yazısının sınırları aşacağı için çok önemli bir saptama çerçevesinde
Haydar Karataş’ın kaleme aldığı ‘Gece Kelebeği / Perperık-a Söe’ romanındaki ‘duygusal
boyutlar’a dair değerlendirme yapmaya çalışacağız. Önce, kitabın künyesi ve yazarı hakkında
bilgi verelim. İletişim Yayınları’ndan 2010’da iki baskı yapan bu roman 255 sayfadan oluşuyor.
Zürih’te 11 Şubat 2009’da yazımı sonlanan ‘Gece Kelebeği’nin yaratıcısı Haydar Karataş ise,
1973’te Dersim’in Hozat ilçesine bağlı Haçeli köyünde doğmuş. Köyünde okul olmadığından
babası onu sırtına alarak 1938’de askeri kışla olarak kullanılan binada faaliyet yürüten yatılı
okula yazdırır. Zazaca dışında dil bilmeyen Karataş, Türkçeyi burada öğrenir. Lise’yi İstanbul’da
bitiren yazar, sol siyasal çalışmalarından dolayı 1992’de hapse atılır ve 2002’de tahliye olduktan
sonra da İsviçre’ye gider. Burada bir yandan çalışıp diğer yandan üniversite okumaya devam
eder. Kısa yaşam öyküsünden anlaşılacağı üzere yazarın kendisi de, Dersimlilerin yaşadıkları
büyük kıyımın arka planında yer alan ve egemen sınıfça-devletçe ‘tehlikeli’ görülen bir halkın
çocuğu olarak baskılardan, acılardan payına düşeni yaşamış kişilerden. Dolayısıyla romanı
okuduğunuzda bu acıların derinliklerinde yer alan çelişkileri, çatışmaları canlı bir
tanıkmışçasına ‘içten’ algılayabiliyorsunuz. Yazar, bölgenin coğrafi, sosyal ve kültürel
özelliklerine hakim biri olarak, bizi oradaki yaşam, söz varlığı hakkında da roman dikliyle
bilgilendiriyor. Doğrusu bir edebiyatçı olarak çokça yararlandığımı söylemeliyim folklorik ve
sosyolojik açıdan.

Kocası, askerler tarafından öldürülen Fecire kadının kızının, çocukluğundan itibaren tanık
olduklarını onun gözüyle ve zengin bir gözlemci bakışıyla anlatan yazar, katliamın
betimlemesini şöyle yapar romanın başında: ‘Yeniden tak tuk, uvv, uvvv diye silah sesleri geldi.
Hava, metalimsi barut kokusuyla doldu. Sustu. Her yer sustu. Meşe dalına bir serçe konsa, gök
gürleyecekmiş gibi bir sessizlik oldu.’ (s.14) Türk kökenli Olbeg’in yöredeki Zazalarla akraba
olması, onun torunu Hıdır Bey’in bu çatışmada ölmesi, o güne kadar dağlık ve korunaklı
Bahtaryan köylerine girmeyen askerlerin tek tek köyleri ele geçirmesi, katliam ve sürgünlere
devam edilmesi öykülenir. Romanın adının kaynağını ise küçük kızın ağzından şöyle dile getirir
yazar: ‘Annem iki küçük dalı birbirine bağlayarak ince söğüt dallarından bir bebek ördü bana.
Çok güzel bir bebekti, yapraklardan elbiseler giydirdik. Otlardan saçlar taktık başına. Tütün
yaprakları gibi sararmış iki meşe yaprağından bir etek giydirdik bebeğimize. Annem benimle
konuşur gibi bebeğimizle konuşuyordu. Bebeğe isim aradık. Türkçede ‘Gece Kelebeği’ anlamına
gelen ‘Perperık-a Söe’ ismini verdik.Bu ismi neden verdiğimizi ben de bilmiyorum. Sanırım,
bebeğimize giydirdiğimiz eteğin sarımsı iki meşe yaprağının kelebek kanatları gibi
durmasındandı.’ (s.18) Annenin bundan sonra çocuğuna Zazaca masallar anlattığı, söze ‘Güzel
gece kelebeğim’ diye başladığı vurgulanır. Bir bakıma romanın leitmotifi (yinelenen nitelik) olur
‘gece kelebeği’.

Küçük kız, annesinin ilk evliliğinden olan Baki ve Ali Rıza’nın Kemah civarında öldürülmesinin
hikayesini, babası öldürüldükten sonra annesini öğrendiğini anlatır. ‘Annem, Ali Rıza’nın
ölmesinden çok, o tepeye yalnız gömülmesine üzülürdü. Baki ile Ali Rıza’nın hikayesini bana
her anlattığında ardından Zazaca bir ağıt mırıldanırdı.’ Burada insanın duygusallığının, moral
değerlerinin ne denli önemli olduğu, oğlunun yalnız gömülmesine üzülen annenin iç dünyasıyla
dile getirildiğini görüyoruz. Bugün, Dünya’nın her tarafında olduğu üzere ülkemizde de
gerçekleşen katliamlara maruz kalanların torunlarından özür dilenmesi kadar önemli olan, o
insanların ‘itibarlarının iade edilmesi’nin ötesinde bıraktıkları değerlerin yeni koşullarda insani
açıdan sürdürülebilir kılınmasıdır.

Katliamdan sonra Ovacık tarafındaki dayısı Kahraman Salih Bey’in köyü Zeranik’e gitmek üzere
yola çıkan kız ve annesi, tepelerde askerlerin eline geçmesin diye serbest bırakılan keçilerle
karşılaşırlar. ‘Böyle kaç gün dağlarda yürüdük hatırlamıyorum. Sonradan Werozlar’dan
Ovacık’a kadar olan mesafeyi gözümün önüne getirdiğimde bu yolun dağlardan üç dört gün
sürmüş olabileceğini düşünüyorum. Aslında Ovacık’a gitmek için orman yolu vardı. Bu yol hem
çakılsızdı hem de sarp dağları aşmaktan daha kolaydı. Ancak biz, hayatımızın içerisine
saplandığı zorluğu görüyormuş gibi daha çetin olanı seçmiştik. İnsanlardan ne kadar kaçarsak,
hayatta kalma şansımızın o kadar fazla olacağını biliyorduk.’ (s.21) ‘İnsanlardan kaçmak’la
‘hayatta kalmak’ arasında böylesine güçlü bir bağın kurulduğu bir dönemin yarattığı travmayı
anlamak’ İşte bu duyguyu algılayan her beyin ya da yürek, dünyanın neresinde ve kimlere
yapılırsa yapılsın, tüm katliamlara karşı tavır koyar.

Savaşların, katliamların büyük yıkımlara yol açtığı bilinir; o zor koşullarda açlık ve yoksulluk diz
boyudur; Dersim’de kıyıma uğrayan Fecire Hanım’ın ailesi de ‘açlıkla terbiye edilmek
istenenler’dendir. O yöredeki bitkileri, o dönemde açlığa karşı doğadan nasıl yararlanıldığını,
zor koşullarda dinsel inanç ya da geleneklerin nasıl aşıldığını betimleyen şu bölüm önemlidir.
‘Nenem bir gözünün toprağa baktığını söylüyordu, ama dayım, kız kardeşi ile yeğenini
götürmeliydi. Bizi götürmemişti ve kar yağmaya başlamıştı. Annemin tüm yol boyunca bana
anlattığı güzel yemekler ise yoktu. Hırsızlardan geriye kalan buğdayları kaynatıp yemiştik. Tek
yemeğimiz goni denen acımsı bir dikenin yılan gibi kıvrılan kökleriydi. (‘) Hayatta kalmamız
gene de bizi bir gece derdest eden o üç Ermeni sayesinde oldu. Geceleri çıkıp gelen Ermeniler,
bir iki sefer balık getirdi. Külün içine gömülmüş balıkları yemek, goni yemekten iyiydi. Ve bir
gün iki kocaman domuz getirdiklerinde, evin gizli yerlerinden çıkan iki kadın ile çocuklarda bir
sevinç başladı. Nenem, bu yaşa kadar domuz yememişti, bundan sonra da mundar bir eti yiyip
cehenneme gitmek istemiyordu. Buna rağmen domuzlar yüzülüp ocaktaki közün üzerinde etler
piştikçe nenem daha önce söylediklerini unutarak çiğnemeden yutmaya başladı.’ (s.24-25)
Burada dikkat çekilen bir başka önemli nokta da şöyle dile getirilir: ‘Nenem, oğlu Kahraman
Bey’e kızıp duruyordu. Ona göre, başımıza gelen her şeyin sorumlusu dayımdı. Baki ile Ali
Rıza’nın ölüm sebebi, amcalarına uyup anneme birkaç tarla vermemesiydi.’ (s.25) Görüldüğü
üzere Zaza ve Alevi olmak, feodal toplum geleneğinin, egemen sınıf kültürünün aynı zamanda
erkek egemenliğine de dayandırılmasının önünde engel değil. Orada da sınıflı toplumun tüm
çelişkileri bir biçimde kendini dayatıyor.

Romanda birçok gelenekten örnek uygulamalar da anlatılmaktadır. Biri şöyle: ‘Nisan ayının
başlarına denk gelen bu ateş yakma, baharı karşılama töreni, beri bayramıydı. Odun yığınları
arasına yerleştirilen saman torbası eğer patlayarak yanarsa, o yaz bereketli geçecek, buğday bol
başak verecek, meşkler dolu ayran eksik olmayacak, tencereler ocaktan inmeyecekti.’ (s.28)
Böyle bir geleneğin yörede yaşayan Ermenilerle ortak sürdürüldüğünü de anlıyoruz romanın
akışından. ‘Kirkor Amca’nın kızı Meri’nin söylediğine göre, ateşin iyi yanmaması kışı kovmamış,
baharın gelişini müjdelememişti.’ Bu zor koşullarda insanların yaşamlarını nasıl sürdürme
çabasında olduğunu da şu cümlelerden anlıyoruz: ‘Sanırım, 1939 sonbaharının nasıl bir
sonbahar olduğunu bana en iyi hatırlatan olay, dayım Kahraman Salih Bey’in ahırında
gördüğüm bir manzaraydı. Ateşin yakıldığı köşede bir palamut yığını vardı. Palamut, tuza
yatırılmamış zeytin meyvesinden daha acı, kara meşe meyvesidir. Annesiyle kızı ateşin
kenarında kuruttukları bu palamutları bir el değirmeninde öğütüyorlardı.’ (s.32)

Aynı coğrafyada yaşayan toplulukların farklılıkları kadar, tarihsel olarak yarattıkları ortak
değerlerin de ne denli önemli olduğunu gösteren anlatılara da sıkça rastlıyoruz romanda.
Annesiyle kendisini dayısının evinden alıp ‘geleneklerin sürgünü’ne tabi tutarak başka bir köye
götürmek üzere gelen Ali Hüseyin’le ilgili anlatılan şu paragraf önemli: ‘O da bizden ayrılınca
annem, ben, koyunumuz ve Ali Hüseyin kaldık. Ali Hüseyin depremde tüm akrabalarını
kaybetmişti. Dediğine göre Çanakkale’de savaşmıştı. Yol boyunca Ali Hüseyin, anneme
Çanakkale anılarını anlattı. Nasıl yaralandığını, askerlerin ölüleri arasında nasıl ölü numarası
yaptığını anlatıp durdu. Gittiğimiz yol da neymiş, onlar Çanakkale’ye iki ayda gitmişlermiş’’ (s.40)

Ezilenlerin başkaldırmalarında doğru bir önderlik yoksa, her zaman kandırılmaya ve yenilgiye
uğradıklarını tarihsel olarak biliyoruz. Sevgili dostum Necdet Uygun, Newroz gazetesinde
yayımlanan ‘Katharlar’dan Dersim’e’ başlıklı yazısında bunu çok çarpıcı bir örnekle somutlar.
‘Ortaçağda Anadolu Aleviliğine benzer inanç sistemine ve yaşam kültürüne sahip Katharlara,
Roma kilisesinin orduları sefer üstüne sefer yaparlar. Bu seferlerden birinde(1209), Fransa’nın
Abil bölgesinde Katharların yaşadığı Biziers şehrini büyük bir orduyla kuşatırlar. Şehrin
katedraline sığınan halkı yok etmek için katedrale saldırırlar. Ancak bir sorun vardır. O
kalabalık içinde Hıristiyan olanlarla Katharları ayırmak mümkün değildir. Kılıçlarında kan
damlayan baronlar başpapazın önünde diz çöküp sorarlar, ‘Kathar sapkınları katedrale
sığınmış, onları korumak isteyen halk, Katoliği, Yahudisiyle aralarına karışmışlar, Tanrının
kullarını şeytana tapanlardan nasıl ayıracağız’’ Hareketi Roma adına yöneten başpapaz,
‘Hepsini Öldürün, tanrı kendi kullarını öte dünyada ayırır’ diye yanıtlar. ‘Silahımız inancımızdır’ diyen
ve silah kullanmayı reddeden Katharlar çoluk çocuk demeden kılıçtan geçirilir. Bu katliam,
saltanat erbabının ajanda kaydına, Allah adına sapkınları cezalandırdık olarak geçer. Gazalarını
kutsarlar. Katliam yapanların katliamlarını haklı göstermeye yarayan bu yaklaşım tüm
coğrafyalarda ve tüm zaman dilimlerinde aynı şekilde devam etmiştir.’ ‘Gece Kelebeği’nde de
buna benzer bir durum şöyle anlatılmaktadır: ‘Herkesin silahı vardı, devlet kandırdı, ‘getirin
silahlarınız verin, anlaşalım,’ dedi, babanla amcan, ‘Devlet bizi kandırıyor, silahları toplayıp
sonra da Ermeniler gibi bizi katleder,’ dediydiler ama kimse dinlemedi. Herkes kendisi götürüp
verdi silahını, vermeseydi kimse ölmezdi.’ (s.116)

Burada, romanın tümüyle ilgili bir inceleme yapacak durumda değiliz. Bunu bir başka yazıyla
gerçekleştirmeyi düşünüyoruz. Hem güncellenen ‘Dersim tartışmaları’ hem de soyolojik,
psikolojik ve folklorik açıdan zengin malzeme sunan bir romanın içerik-teknik ilişkisi
çerçevesinde irdelenmesi gerekiyor. Evet, hayat gerçeğinin sanat gerçeğine dönüştürülmesinde
yazarın yaratıcılığı kadar anlatımının sahiciliği de çok önemlidir. ‘Dersim katliamından
çıkarılması gereken dersler yanında, savaşsız ve sömürüsüz bir toplum kurmanın verilerini de
bir roman çerçevesinde sunan ‘Gece Kelebeği’ bunu hak ediyor.


Müslüm Kabadayı


Kitabın Künyesi

Gece Kelebeği

(Perperok-a Söe)

Haydar Karataş

İletişim Yayınevi / Çağdaş Türkçe Edebiyat Dizisi

İstanbul, 2010, 1. Basım

255 sayfa

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder