26 Mart 2012 Pazartesi

Mitolojik ve fantastik öğelerle bezenen öykülere farklı bir örnek: “sur ve gölge”

Okumalarımızda önceliklerimizin belirlenmesinde, bazen bir tartışma konusu, bazen de
dostlarımızın ‘ayıktırmaları’ etkili olmaktadır. Daha önce hiçbir yapıtını okumadığım
Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun ‘Sur ve Gölge’ öykü kitabını bir gecede okumama vesile
olan da bir internet günlüğünde okuduğum yazıydı. O yazıda, söz konusu kitapta yer
alan sonuncu öykü ‘Yüzün Tamamlayıcısı’ndan söz edilmekte ve özellikle mekan
olarak Antakya’yla ilgili çağrışımlar üzerinde durulmaktaydı. İlgimi çeken bu
‘çağrışım’ nedeniyle olsa gerek okuma uğraşım bu öyküyle başladı, sabaha karşı birinci ve
ikinci öyküyü de bitirmiş olarak yatağa girdiğimde, son dönemde popüler hale gelen
mitolojik ve fantastik öğelerle bezenen öyküler içinde farklı bir kurgu ve dil tutturan
Saçlıoğlu’nun öykü gerçekliği üzerine kafa yorma ihtiyacı duydum. Okurken tuttuğum
notlar, bu ihtiyacı karşılamama daha sonra kılavuz oldu.
Okuma sırama uygun olarak öyküleri sondan başa doğru değerlendirmeyi uygun
görüyorum. ‘Yüzün Tamamlayıcısı’, uzun öykü kurgusuyla kaleme alınmış ama aslında
olaylar zinciri ve çatışma ve çakışma noktaları bakımından bir roman oylumunda’
İstanbul’da güzel sanatlar eğitimi almak üzere aynı fakültede okuyan, öğrencilik
dönemleri sırasında ve sonrasında sağlam dostluk kuran üç arkadaşın nereli oldukları,
fiziksel özellikleriyle yetenekleri, geldikleri çevrenin özelliklerinin tanıtımıyla başlıyor
öykü. Cemal Malatya’dan, Haluk İzmir’den ve Hüseyin de Antakya’dan olup farklı
beklentilerle öğrenim hayatına başlarlar. Cemal, zor koşullardan geldiği için içlerinde
en çalışkan ve fedakar bir çizgi izleyen kişiyken, Haluk’un amacı çevresinde gördüğü
zenginlerle boy ölçüşmektir; Hüseyin ise büyük umutların peşinde koşmayıp kolay
mutlu olan bir kişiliktir.
Göz açıp kapayıncaya kadar geçen öğrenim hayatlarından sonra da aynı evi paylaşmaya
devam eden, sokak ressamlığı, eski tabloların tamiri gibi işlerde çalışarak hayatlarını
kazanmaya çalışan üç arkadaştan Hüseyin’in, Antakya’ya döndüğünde bir yemekte
görüştüğü ‘uzak’ kuzenlerinden Zeynep’e aşık olmasıyla öykünün olay örgüsü başlar. ‘Otuz beş’ten önce evlenmeyeceklerine dair mutabakatlarını hatırlatan Haluk’un, evlilik
konusunda Hüseyin’i sorgulaması sonucunda Zeynep’le duygularını ve geleceğe dönük
hedeflerini tartma süreci başlar. Hüseyin’in kendinden uzaklaştığını düşünen
‘Zeynep’in hayali git gide zayıflıyordu’ der anlatıcı. Bu tevriyeli sözle Zeynep’in ruh haline
değinip geçer. Nedensellik ve karakter çözümlemeleri bakımından bir öykü çapında
zayıf görünen yönlerden biridir bu.
İstanbul’da iş bulamayacağını anlayan Hüseyin, resim eğitimi aldığına pişman bir halde
baba ocağına dönerken, Cemal üstün yeteneğiyle bir resim galerisinde restoratörlük
işine başlar ve iyi para kazandığından arkadaşlarına da katkıda bulunur. Öğrenciyken
ona daha çok Hüseyin arka çıktığı, Haluk ise sadece harcayan olduğu halde Cemal
vefalı arkadaş olur.
Hüseyin, çiftçilikle uğraşan babanın süreci hızlandırması sonucu arkadaşlarını arayarak
nikah gününü bildirince iki arkadaş iki elleri kanda da olsa katılacaklarını söylerler. O
arada Haluk, Cemal’in çalıştığı yerde iş bulur. Düğün günü gelip çatana kadar yoğun
çalışan iki arkadaş, biletlerini alıp kıyafetlerini hazırladıkları akşam fakülteden çok
sevdikleri Hikmet Hoca’nın babasının ölüm haberi üzerine plan değişikliği yaparlar.
Cemal, düğün günüyle çakışan cenazeye katılacak, Haluk ise Antakya’ya gidecektir.
Buraya kadar gözlemci bakışıyla anlatılan öyküde, ‘Cenazeye gitmemek olmazdı. Hoş
Hikmet Hoca’ya Hüseyin’in düğününe gideceklerini söyleseler hiç kırılmazdı,’
ifadesiyle hakim bakışıyla anlatıma geçilir. ‘Düğün ya da cenaze’ seçeneği arasındaki
iki arkadaşın ruh halleri şöyle anlatılır: ‘Cemal de, Haluk da düğüne gitmeyi birbirlerine
bırakıyorlardı nezaket icabı, ama bir yandan da düğünün cenazeden daha zevkli olacağı
kuşkusuzdu.’ (s.83) Bu anlatımdaki karşılaştırmanın yönünün ‘zevk’ olarak verilmesi,
önemli bir yanlıştır.
Hikmet Hoca’nın öğrencileri tarafından sevilen bir 68’li olduğu anlaşılmaktadır,
Cemal’in idolleştirdiği gençlik liderleri kuşağından olduğu vurgulanarak. Babasının
cenazesi için gazetelere verilen ilanlardan, çok değişik çevrelerle ilişkisi olan bir
aileden geldiği de sezdirilmektedir. Cenaze töreni ise, Cemal’in hayatının akışını
değiştirecek Aygül’le tanışmasına vesile olur. Aygül de Hikmet Hoca’nın yeni
öğrencilerinden olup bir derste hocası tarafından Cemal’in örneklendiğinden söz etmesi,
bir sevgi tomurcuğunun açmasına zemin hazırlar. Cenaze töreninde yaşananlar başlı
başına bir öykü konusu olarak işlenebilecek durumlarla yüklüdür. Ancak iki noktada
hızlı bir akış sağlanır. Hikmet Hoca’ya başsağlığına gelen değişik çevrelerden kişilerin,
iki yüzlülükleri yanında başsağlığı diledikten sonra hemen kendi aralarında güncel
konulara, dedikodulara dalmalarına Cemal’in gösterdiği iç tepki verilir. Diğer yandan
Aygül’ün ölüme dair hınzırca soruları ve değerlendirmeleriyle Cemal’le yaşadıkları
muzip durumun oradakilerce nasıl karşılandığı betimlenir. Cemal, Haluk’la anlaştıkları
üzere her ikisi de gittikleri yerde gördüklerini fotoğraflayarak kaçırdıkları sahneleri
göstereceklerinden, Aygül’ün derin gözleriyle anlam kazanan yüzünün fotoğrafını
çeker. Tabii, cenaze sırasında basın için poz veren ‘ün düşkünleri’nin iki yüzlülüklerini
de belgeler. O arada 1980 sonrası yağmacılığı ve estetikten uzak yapılaşma caminin
mimarisinden yola çıkılarak değerlendirilir. Daha önce belirtildiği üzere, öykünün
akışında çok şey verme eğilimi, her biri derinlemesine öykü çerçevesini oluşturacak bu
durumların iğreti durmasına yol açmaktadır.
Hikmet Hoca için özel öğrenci olan Cemal, hocasının aynı gün Antakya’ya uçak bileti
aldığı ve Hüseyin’in düğününe yetişeceği haberiyle sevince gark olur. Bu bilgi,
öykünün 2005 sonrasına zamanladığını işaret etmektedir. Yapıt 2009’da
yayımlandığına göre fırından yeni çıkan ekmek misali öykünün buharı tütmektedir.
Bu arada soruları ve yanıtlarıyla kendine çok güvenli bir görüntü sergileyen Aygül’ün
bu halinden tedirgin olur Cemal. Onunla girdiği ölümle ilgili diyalogda gerçeklikle
felsefi bakış farklılaşmasından doğan derin sorgulamalar yaşar iç dünyasında. Bu
bölümde yazarın dil özensizliği dikkati çeker. Sınavlarda öğrencilere sıkça sorulan
sorularda geçen ‘ilk’ sözcüğünün yanlış yerde kullanımından kaynaklanan anlatım
bozukluğuna bir örnek cümle şöyle: ‘İlk aklına geleni söyledi.’ (s.96)
Cemal’le Aygül’ün diyaloglarında ‘kader’le ‘yazgı’ sözcüklerinin çağrışımlarının
zorlama yorumlarla verilmesi, daha sonra ‘rastlantı’yla ilişkilendirilmesi dikkat
çekmektedir. (s.102) Bu zaafa karşın, ‘O gülümseme kaldı Cemal’in aklında.
Makinenin ekranında kaldığından çok daha net kaldı’’ ifadesiyle, makineye karşılık
insani duyarlılığın öne çıkarılması gibi güçlü vurgular da söz konusudur.
Haluk’un otobüsle Antakya yolculuğundaki gözlemleri de öyküdeki gerçeklik
bakımından önemlidir. Yolcuların aksanlarının Arapçaya kayması, samimi bir
atmosferde uzaktakilerle diyalog kurmaları ve yanında oturan fötrlü, sakallı ihtiyarın
konuşma ve davranışları’ Bu ihtiyarın, Hatay-Adana-Mersin bölgesinde yaşayan
Nusayri (Arap Alevi) şeyhlerinden, özellikle Haydari özellikler gösterdiği, o kültürü
bilenlerce hemen anlaşılmaktadır. Bu şeyhlerin Batini inançla yaşadıkları, konuşma ve
davranışlarında gizemli bir dünya olduğu bilinmektedir. Öyküde bu durum sezdirilir,
özellikle şeyhin Haluk’a ‘yol’ konusundaki tarifiyle ve ihtiyarın koltuğa düşürdüğü muskayla’
Antakya Otogarı’nda Rezzak adlı taksi şoförüyle tanışıp yörenin çokkültürlü dokusunun
özelliklerini öğrenen Haluk, şoförün Hüseyin’in babası Halil Bey’i yakından tanıdığına
şaşırması, küçük yerlerdeki tanışmaların burada çok daha yakından gerçekleştiğini
kavramasına dönüşür. Harbiye tarafında oturan Hüseyin’lere vardığında, bahçeli evlerin
güzelliği dikkatini çeker. Hüseyin’in bu bahçeleri, evlendikten sonra hapsedileceği
mezara benzetmesi, gönlünün İstanbul’da ‘özgürlük’ adına olduğunu öğrenmesi
yanında oradaki insanların sevecenlikleri, konukseverlikleri gerçekçidir. Ancak, Halil
Bey’le oğlunun Defne efsanesi üzerinden kurdukları diyalog fantastik bir boyut kazanır.
Baba, oğula ‘Sen tanrı değilsin, defnene kavuşuyorsun, kız da ağaç olmayacak. Ne
yapalım defne ağacını, bir sürü meyve ağacımız var zaten’’ diyerek Hüseyin’i
neşelendirmeye çalışır. Buradaki karşılaştırma da çiğ kaçar.
Öyküde nedensellik ve gerçeklik, tesadüflerle kurulur. Bu da yazarın mitolojik
anlatılarla fantastik öğeleri kurgulama tekniğinden kaynaklanır. Haluk’un Haydari
şeyhle yolculuğundaki tesadüfi kurgu, bu kez Cemal’in uçakta yan yana oturduğu Can
adlı bir tekstil ticareti yapan biriyle Haluk’a iş için bağlantı kurmasıyla perçinlenir.
Düğün törenine Cemal’in yetişmesi ve damatla gelinin masasında oturan Haluk’a
katılmasıyla farklı yönleriyle betimlenen düğün atmosferine geçilir. Harbiye’de öyle bir
düğünde Arapça söyleyen müzisyenlerin uzun havalarına ‘türkü’ demiş yazar. Yöresel
meze, efsane, inançlardan kahramanlarına bilgiler verdiren yazarın, Arapça bu uzun
havalara ‘muval’ dendiğini de söyletmesi beklenirdi. Sonrasında Hüseyin’in ağzından
‘Cezayiri’ dendiğinin söylenmesi, bu eksikliği ne yazık ki kapatmıyor. Çünkü, öyküde
bazen o denli gereksiz ayrıntı veriliyor ki - düğünün yapıldığı yerdeki havuzun en ve
boyunun rakamlarla ifade edilmesi gibi - temel noktalara değinilmeden geçilmesi
sırıtıyor doğrusu.
Öykünün, Haydari şeyhten düştüğü sezdirilen kağıtta yazan ‘Ehlen ve sehlen bi kifeyet
i’l-miyy’, Türkçesi ‘Hoş geldin ey yüzün tamamlayıcısı’ sözünün çağrışımıyla ‘kaderin
yüzüncü adımı’ arasında bağ kurulmasını sağlayan diyaloglarla zirveye çıktığı
görülmektedir. Burada da ‘inanç’ üzerinden fantastik bir kurgu yapılarak, ağaçların
altındaki yarı aydınlık masada oturan mafya görümlü birinin silahından çıkan kurşunun
Haluk’la Cemal’in olduğu yöne doğru hızlanarak inmeye başladığı betimlenir. Buradaki
gizem, şu cümleyle öykünün sonunda verilir: ‘Yıldızlar, rüzgar, gecenin karanlığı,
rastlantının neyi seçeceğine meraklı gözlerle bakakaldılar.’ (s.131)
Doğrusu, içinde bu kadar canlı öykü damarlarının attığı bir metnin fantastik olmak
adına post-modernizme mahkum edilmesine sadece hayıflandım. Edebiyatın sahiciliği
adına üzücü’

Yazan: Müslüm Kabadayı


Kitabın Künyesi
Sur ve Gölge,
Mehmet Zaman Saçlıoğlu,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
2009
131 sayfa

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder