21 Mart 2012 Çarşamba

Dilin Ödü Koptuğunda

Bir hastane odasında ziyaret ettiğim, gençliğinde güreşçiliği, avcılığı ve delicoşluğuyla
belleğimizde iz bırakan köylümün bozarmış teni ve yeşillenmiş göz ağı dikkatimi
çekmişti. Oğlu bakıyordu kendisine’
Oldum olası hasta ziyaretlerini çok önemserim, gerek temizlik ve sessizlik gerekse moral
verici diyalogların kurulması bakımından. Temiz ve bakımlı bir ortamda tedavisi süren
hastamızla, zorlukları yenme azmi konusunda anılarını da tazeleyerek kısa bir sohbet
ederken, gözüne her bakışımda içimde korkuyla karışık bir ürperti belirdiğini hissettim.
Neden böyle bir durum yaşadığımı, daha sonra uzun uzun düşündüm.
Safra kesesiyle ilgili ciddi sorun yaşayan hastamız, yanındaki bir kâğıda dörtlükler
halinde doktorlara hitaben duygu ve düşüncelerini dökmüş, doktorların dinlemesini de
sağlayarak en azından içini rahatlatmış’ Doğrusu, ‘ödü patlayan’ ve göz ağı yeşile kesen
bir hastanın, şiirle içini döküp rahatlaması arasındaki ilişkiyi de düşündüm.
Ataol Behramoğlu’nun ‘Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var’ diyerek dizelere
gömdüğü deneyim ve önerilerini anımsadım bunları düşünürken. İnsanın biyolojik
olarak ödünün kopmasının, yani safra kesesinin kabarması, patlaması gibi ciddi
durumlar yaşamasının, genel olarak bedeninde yarattığı renk değişimini tıbbi olarak
inceleyip tedavi etmek mümkün olurken, moral olarak bu iyileşmeyi hızlandıran en etkili
unsurlardan birinin, konuşarak ya da yazarak rahatlamak olduğunu, bu hastamızın
tedavisi sırasında fark ettim.
Şimdi düşünüyorum; biyolojik olarak ödümüzle ilgili bir sorun çıktığında dilimizi
kullanarak iç dünyamızdaki gerilimi, korkuyu yenebiliyoruz, ya bir de dilimizin ödü koparsa’
Türkiye, son yıllarda giderek yoğunlaşan bir basınçla dilinin ödü kopanlardan oluşan bir
halkın yaşadığı ülke haline getirilmek isteniyor. Halk arasında ‘Dilin kemiği yok ki’’
denir, şimdilerde buna ‘Penisin de kemiği yok!’ diyenler eklenmeye başladı ve burjuva
medyasını böylesine ‘önemli ve haber değeri taşıyan’ yazı, fotoğraf ve görüntüler
kaplıyor. Bu yazının amacı ve ölçütleri, böyle bir medyanın yarattığı toplumsal
çürümenin belleklere kazınmak istenen görüntüleriyle ilgili olmadığından, insan
davranışının ve toplumsal yaşamın sermayenin tümüyle tekeline geçirilmek istenmesi
karşısında onurlu ve toplumcu bir duruş geliştirmenin yol ve yöntemlerini konu
edindiğinden, örnekler üzerinde durmak istemiyorum. Zaten, en ücra yerde yaşayanlar
bile bu örneklerden en azından birkaçını hemen sıralayabilecek ‘durum’a getirilmiş
konumda ne yazık ki bu ülkede.
Çok açık vurgulamakta yarar var; silahlar başta olmak üzere iletişim ve medikal
alanlarında gerçekleşen teknolojik gelişmeler, uluslar arası sermayenin belirlediği
stratejiler doğrultusunda o denli ciddi doğa yıkımlarında bugüne kadar kullanılırken, son
yıllarda insan aklını dumura uğratmayı, vicdanları karartmayı hedefleyen uydurma
haberler, dezenformasyon yapan iletişim ağları ve insanların gölgelerinden korkar hale
gelmeleri için ‘dinleme sendromu’ için teknoloji geliştirilmeye başlandı. Bugün, uluslar
arası sermayenin ‘BOP’ diye kodlanan stratejisi doğrultusunda TÜSİAD, MÜSİAD ve
TUSKON kısaltmalarıyla bilinen Türkiye burjuvazisinin ortaklaştığı ‘eşbaşkanlık’
üstlenen siyasal iktidar, bu stratejinin bölge halklarının geleceği için büyük yıkım
anlamına geldiğini düşünen ve buna karşı duruş sergileyenleri ‘Ergenekon’, ‘Balyoz’ ya
da ‘gazeteci baskınları’yla etkisizleştirmeyi amaçlarken, aynı zamanda topluma da korku
salmaktadır. Bugün 61 gazeteci başta olmak üzere cezaevlerine yüzlerce aydın, sanatçı
ve bilim insanı hapsedilmiş durumda. Gazeteciler Nedim Şener, Ahmet Şık ve
araştırmacı-yazar Yalçın Küçük’ün de içinde bulunduğu son operasyon, buna benzer
tezgahlara bugüne kadar çanak tutan kimi liberallerin bile tepkisine yol açarken,
cehenneme giden yolun, iyi niyet taşlarından döşendiği bir kez daha görülmüştür.
Dünya’da olduğu gibi ülkemizde de sermayenin egemen aygıtlarınca ‘dilin ödünün
koparılması’nda etkin rol oynayanlar arasında sözüm ona ‘sol’ görünen liberallerin
büyük payının bulunduğu, bu süreçte daha net anlaşılmıştır. Dünya’nın penceresinden
baktığımızda Ortdaoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde gerçekleşen kimi halk hareketlerini
‘devrim’ olarak niteleyip göklere çıkaranlar, sanki düne kadar buralardaki krallara,
diktatörlere en büyük desteği veren emperyalist ABD ve Avrupa ülkeleri değilmiş gibi
riyakarlıklarını sergilemektedirler. Siyasal olarak ‘Avrupa solu’ olarak adlandırılanların
başını çektiği çevreler ise, petrol zenginliğini diğer Arap ülkelerinden daha farklı
biçimde zaman zaman emperyalistlerin aleyhine kullanan Libya’da iç savaşı
destekleyenler emperyalist ülkeler değilmişçesine, NATO’yu bu ülkeyi işgal etmesi için
çağrı yapma alçaklığını gösterebilmektedirler. ‘İnsani müdahale’ masumiyetiyle bu işgal
çağrısı yapanları Jean Bricmont, ‘Libya ve İnsani Emperyalizmin Dönüşü’ adlı
makalesinde şöyle belirliyor: ‘Çete geri döndü: Avrupa Solu partileri (Avrupa’nın ılımlı
komünist partilerinden oluşan grup), sevmediği bir ABD-NATO savaşı olmayan ve şu
anda Daniel Cohnd-Bendit ile ittifak kurmuş olan ‘Yeşil’ Jose Bove, çok sayıda Troçkist
grup ve tabii ki Bernard-Henry Levy ve Bernard Koucher: Hepsi Libya’ya "insani
müdahale" çağrısı yapıyorlar ve çok daha aklı başında bir tutum takınan Latin Amerika
solunu ‘Libya tiranı’nın ‘yardakçıları’ olmakla suçluyorlar.’ (Counter Punch internet
sitesinde 8 Mart 2011’de yayımlanmıştır.) Bunların Türkiye’deki benzerleri konumunda
bulunan Taraf, Radikal, Birikim, Zaman gibi gazete ve dergilerde kalem oynatan
‘yetmez ve evetçiler’in, Türkiye solunda ve özellikle halkın belleğinde yaratmış oldukları
imaj ve tahribatın, bu ülkede eşitlik ve özgürlük mücadelesi yürüten tüm örgütlü güçler
açısından çok daha ciddi bir sorun yarattığı, artık göz ardı edilemeyecek bir
‘gerçeklik’tir. İşte bunları ipliğinin pazara bu denli açık biçimde çıktığı bugünlerde, Türkiye
emekçilerinin, ezilen halkın kolektif bilincini, sermaye egemenliğine karşı yeniden
mücadeleci bir çizgiye oturtmak için dilimizin ödünü bu yönde kopartmamız gerekiyor.
Daha fazla söze gerek yok; haksızlıklara karşı vicdanlarını, sömürü ve baskılara karşı
bilinçlerini konuşturan herkesi ‘suçlu’ konumuna sokmaya çalışan sermaye egemenliği,
nasıl ki toplumun dilinin ödünü koparmaya çalışıyorsa, ülkemizin ve emek üreten
insanların eşit ve özgür bir gelecek kurmalarına kafa yoranların da dillerinin ödünü, bu
çubuğu tersine bükebilmek için olabildiğince ortak akılla kopartmaları önem kazanıyor.
İşte böyle bir dilin kurduğu ilk sözümüz şu olsun mu : ‘Özgür vicdanın dili, sermayenin
dil hapishanesini yıkacak!’


Müslüm Kabadayı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder