19 Mart 2012 Pazartesi

"Antakya'nın Unutulmaz Öğretmenlerinden" Nihal ve Kamil Gülçat

"Antakya'nın Unutulmaz Öğretmenlerinden" Nihal ve Kamil Gülçat


Öğretmenler vardır, sadece görevlerini yapıp giderler; geride pek iz bırakmazlar. Öğretmenler
vardır, her gününü oya gibi işlerler ve öğrencileri başta olmak üzere bulundukları
yörenin halkının gönlüne taht kurup giderler. Onlar, zamanın soldurucu gücüne karşı
belleklerde yaşamaya devam ederler. Birçoğu aramızdan ayrılmış bulunan, yaşayanların
da 70-85 yaş diliminde olan öğrencilerinin belleklerinde derin izler bırakan Nihal ve
Kamil Gülçat öğretmenler, öğrencilerinin torunlarının belleklerinde yaşıyorlar artık.


Nihal Gülçat’ı 2000’de, Kamil Gülçat’ı da 2011’de aramızdan alan kara toprak, bugüne kadar
olduğu üzere bundan sonra da yaşamın evrimi doğrultusunda canlarımızı dönüştürmeye
devam edecek. Peki insan emeği, yaratıcılığı ve özellikle sevgi dünyası nasıl dönüşecek
ya da nasıl dönüşmeli’ Açıkçası, her şeyin ‘hız’a kurban edildiği kapitalizmin tüketim
çağında, insan emeğinin özgün yönleriyle yaşatılması ve kuşaklar arasında deneyim
aktarımının güçlendirilmesi bakımından çok ciddi zorluklar yaşadığımız herkesin
bilgisinde. Ancak, bu bellek silme ve sadece tüketme hastalığının önüne geçme konusu
insanların ne kadar ilgisinde, işte sorun burada. Kamil ve Nihal Gülçat öğretmenlerin
çocukları, torunu başta olmak üzere onların bir biçimde emeğinden yararlanmış herkese
düşen görev, bu soruyu tüm boyutlarıyla yanıtlamak olmalı. Ben doğmadan birkaç yıl
önce 1956’da Antakya’dan ayrılıp Ankara’da öğretmenliğe devam eden karı-koca
Gülçat’ları, Antakya’da öğretmenlik yaptıkları sırada tanıyanlar hep sevgi ve saygıyla
anıyorlar, bu güzel; ancak onların geride bıraktıklarının derlenip toplanarak bir yapıta
dönüştürülmesi daha da güzel olmaz mı’ Bu kısa yazımın, böyle bir amaca hizmet
anlamında değerlendirilmesinden sevinç duyacağımı belirterek, onları yeni kuşağımıza
tanıtmak isterim.
Her ikisinin ailesi de Balkan göçmeni olan Nihal ve Kamil öğretmenler, 1937’de Ankara
Gazi Terbiye Enstitüsü’nde öğrenciyken tanışırlar ve 1941 yılında Konya’da evlenerek
Antakya’ya atanırlar. 1941’den 1956’ya kadar da burada çalışırlar.
Nihal Hanım, 1916’da İstanbul’da doğar. Babası İrfan Hazer Bey Manastırlı, annesi
Nazmiye Hanım ise Rumeli’den göçme Manisalı’dır. İki yaşındayken annesinin ölümü
üzerine Manisa’daki anne annesi ona bakar. Anne annesi de ölünce hayırsever
komşularından bir kadın onu alıp Haydarpaşa’da veznedar olarak çalışan babasına
getirir. O sırada babası ikinci evliliğini yapmış ve çoluk çocuğa karışmıştır. Babasının
evinde sığıntı konumunda yaşarken 1930-1931 Eğitim-Öğretim Yılı’nda, Atatürk’ün
yaverlerinden Cevat Abbas’ın devreye girmesiyle Bolu Kız Muallim Mektebi’nde, o
zamanlar ‘leyl-i meccani’ denilen parasız yatılı olarak okumaya başlar.
1936-1937 Eğitim-Öğretim Yılı’nda da Gazi Terbiye ve Orta Muallim Mektebi’nin
Beden Terbiyesi Bölümü’ne girer. Burada Nazi Almanya’sından kaçıp gelen çok değerli
hocalardan dersler alan ve Balkan yüksek atlama şampiyonu olan Nihal Hanım, aynı
okulun Fizik Kimya Biyoloji Bölümü öğrencilerinden Kamil Bey’le tanışır ve arkadaş
olur. İki yıl burada okuduktan sonra mezun olur ve 1938-1939 Eğitim-Öğretim Yılı’nda
Konya Kız Muallim Mektebi’nde öğretmenliğe başlar. Aynı yıl Kamil Bey de Sivas
Lisesi’ne öğretmen olur.
Kamil Bey, kısa bir süre sonra askere gider ve görevini tamamladıktan sonra da
Konya’ya gelerek Nihal Hanım’la nişanlanır. Konya Halkevi’nde de düğünleri olur. Biri
Sivas’ta diğeri Konya’da öğretmenlik yaptıkları için bir araya gelmenin çaresine
bakarlar. O sırada Antakya Kız Lisesi’ndeki Beden Eğitimi Öğretmeni Leman Hanım’ın
eşi olan Kuleli Askeri Lisesi’nde Edebiyat Öğretmeni Yunus Bey Konya’ya
atandığından, Nihal Hanım bu bayanla becayiş yapma olanağı bulur. Arkasından Konya
Lisesi Müdürü Süleyman Acar’ın desteğiyle Kamil Bey’in ataması da Antakya Lisesi’ne
yapılır. Böylece 1941-1942 Eğitim-Öğretim Yılı’nda Antakya’da öğretmenliğe başlarlar.
Oğulları Baran 1944’te ve Orhan 1952’de Antakya’da doğarlar.
1941-1956 yılları arasında 15 yıl Antakya’da çalışan bu iki değerli öğretmen, gerek
alanlarında çok başarılı olmaları, gerekse halkla ilişkilerinin güçlü olması sonucunda
sevilen kişiler arasına girerler. Nihal Hanım, tüm törenlerin aranan ismi olur. Kamil Bey
ise, öğrenci ve velilerin her konuda danıştığı bir eğitimcidir. Onlar, bu çok sevdikleri
kentten 1956’da üzülerek ayrılıp Ankara’ya gelirler. 1956-1957 Eğitim-Öğretim Yılı’nda
Nihal Hanım Deneme Lisesi’nde, Kamil Bey de İmam-Hatip Lisesi’nde göreve başlarlar.
Nihal Hanım, kısmi felçle başlayan rahatsızlığı üzerine 1972-1973 Eğitim-Öğretim
Yılı’nda emekliye ayrılır.
1973’ten 14 Ağustos 2000’de ölünceye kadar felçli hali giderek ağırlaşan eşine sabır ve
itinayla bakan Kamil Bey’in ölümü üzerine yakınlarına başsağlığı için Ankara Emek
Mahallesi Yeşilevler Sitesi’ne gittiğimde, yeğeni Turgut Bey’in eşi emekli eczacı Seçkin
Hanım’ın (Antakyalı sarı basın kartlı ilk gazetecilerden Sabahattin Ezer’le akrabaymış.)
Kamil Hoca’nın eşine duyduğu sevgi ve gösterdiği vefayla ilgili şöyle demişti:

‘Amcamız, felçli olan yengemizi kimseye bırakmaz, bizzat kendisi ilgilenirdi. Bazen
öyle olurdu ki aylarca mahalleden, hatta evden dışarı çıkmazdı. Bir ara Kızılay’a ya da
Ulus’a gittiğinde cadde ve sokakları karıştırdığı olurdu.’ Doğrusu, 25 yılı aşkın bir süre
felçli bir insana bakmak, her babayiğidin harcı olmasa gerek. Bunun doğru olduğunu,
kendisini her ziyaret edişimde duvarlardaki Nihal Hanım’ın fotoğraflarına bakarak, elini
sürerek, ‘Nerdesin hayatım’’ diye seslenmesinden, gözyaşlarına hakim olamamasından
anlıyordum. Böyle bir sevdaya, vefaya tanık olduğum için de kendimi bahtiyar
saymalıyım herhalde, bugünkü gençlerin pamuk ipliğine bağlı ilişkilerine tanık oldukça’
Kamil Bey’in ağabeyi Hasan Gülçat, 1936’da Adana Muallim Mektebi’nden mezun olur.
Oradayken Ruhi Su ile tanışır ve arkadaş olurlar. Daha sonraki yıllarda da Ruhi Su’nun
müziğine derin ilgisi sürerken Hasan Bey’in, Adana’dan Konya’ya sürgün gelen Ruhi Su
ile bu kez Kamil Bey tanışır. Onun okuldayken çok güzel keman çaldığını, daha sonraki
yıllarda da müziğinden oldukça etkilendiğini söylemektedir Kamil Bey.
Gazi’de okuduğu yıllarda da çok iyi öğretmenlerin öğrencisi olarak yetiştiklerinin sık sık
altını çizmektedir Kamil Bey. Muhsin Adil, Avni Refik ve Hayri Dener’i, aklına ilk
gelen öğretmenleri olarak saymaktadır. O yıllarda Ankara’da sanat, edebiyat ve sporla
ilgili entelektüel bir çevrenin içinde yetiştiklerini, öğretmenleriyle sık sık konserlere,
tiyatrolara gittiklerini buğulu gözlerle hatırlamaktadır. Macar Bela Bardok’u Ankara
Konservatuarı’nda dinleme olanağı bulmaktan büyük mutluluk duyduğunu, 90 yaşına
yolculuk yaparken de söylemeyi ihmal etmez. Hâlâ evinde o yıllardan kalma çoksesli ve
klasik müzik plaklarını dinlemektedir. Eşi Nihal Hanım’ın Gazi Terbiye Enstitüsü’nde
okurken, Almanya’daki Nazi zulmünden kaçan çok yetenekli hocaların öğrencisi
olduğunu da unutmamaktadır.
Antakya’da öğretmenlik yaptığı dönemde Halk Müziğimizin önemli derlemecilerinden
ve radyo programı yapımcılarından Muzaffer Sarısözen’in kardeşi Muhittin Sarısözen’le
aynı lisede çalışmanın yanında çok iyi arkadaşlık yapan Kamil Bey, alanlarında çok
başarılı Edebiyat Öğretmenleri Nedime Ersan, Ethem Yılmaz, Ziya Kılıçözlü ve Nazik
Erik; Biyoloji Öğretmeni Münevver Tunakan; Beden Eğitimi Öğretmeni Muzaffer
Tokatlı’yla çalışmış olmaktan büyük zevk aldığını söylemektedir. Yine öğrencilerin
gözünde sertliği yanında sorunları anında çözen yöneticiliğiyle tanınan Okul Müdürü
Naci Alev’in okuldan ayrılışı sırasında, tüm öğretmen ve öğrencilerin gözyaşlarına
boğulduğu sahneyi hiç unutamadığını belirtmektedir. Öğretmen-öğrenci ilişkilerindeki
‘değer verme’ gerçeğiyle ilgili anlattığı şu anıysa, günümüz eğitimcileri için oldukça
öğretici olsa gerektir.
‘1948-1949 Eğitim-Öğretim Yılı’nda lise bitirme sınavı yapıyorduk. Antakya’nın zeki
ve çalışkan öğrencilerinin bulunduğu bir aileden Suat Uçtum’u, o sırada okulumuzu
teftişe gelen Fizikçi Ali Durukal’ın da bulunduğu laboratuarda sözlü sınav için tahtaya
kaldırdık. Benimle birlikte komisyonda Fizik öğretmenleri Nasıra Çizer ve Sait Tekin de
vardı. Müfettiş Ali Bey, Nasıra Hanım’la okuldan arkadaş oldukları için, Suat Uçtum
tahtada soruyu çözerken aralarında konuşmaya başladılar. Bir ara Ali Bey tahtaya dönüp
‘Yaptıklarını anlat bakalım oğlum!’ dedi ve Nasıra Hanım’la yine bir şeyler konuşmaya
devam etti. Tekrar tahtaya döndüğünde Suat’a ‘Şu niye böyle oldu’’ diye sorunca,
öğrencimiz olanca metanetiyle ‘Siz beni dinlemiyorsunuz ki efendim!’ şeklinde çıkıştı.
Tabi hiçbirimiz bir şey söyleyemedik bu zekice ve haklı çıkış karşısında.’ ( 5 Kasım 2005)
Onun unutamadığı anılarından biri de 1950’li yılların sonunda Fransa’ya MEB’in eğitim
araştırmaları çerçevesinde gitmesi ve orada ziyaret ettikleri bir okulun müdürü olarak
Mösyö Bozanty ile karşılaşmasıdır. Antakya’nın Fransız işgalinde olduğu yıllarda
Antakya Lisesi’nin müdürlüğünü yapan Bozanty’nin kendisine gösterdiği ilgiye hayran
kaldığını vurgulamaktadır.
Öğrencilerinin okul sonrası yaşamını da yakından takip eden Kamil Gülçat, onlarla ilgili
fotoğraf, resim, mektup vb. belgeleri korumayı da çok önemseyen bir eğitimcidir.
Örneğin, Antakya Lisesi’nden öğrencisi olan Naim Fakihoğlu’nun 1940’lı yıllarda
yaptığı ve kendisine armağan ettiği Beethoven tablosu, dinlenme odasının duvarını
süslemektedir. Bu öğrencisi 1940’lı yılların sonunda Suriye’ye giderek Şam’da resim ve edebiyat alanlarında önemli çalışmalar yapar ve Suriye sanat tarihine Naim İsmail adıyla geçer.
Öğretmenlik yaşamında öğrencilere numarası ve adıyla hitap etmeye çok özen
gösterdiğini belirten Kamil Bey, 60 yıl önce öğrencisi olan Kasım Yücel’e ‘29 Kasım’
(Antakya’da emekli fotoğrafçı), Aydın Bensan’a ‘33 Aydın’ (Ankara’da eczacı) diyerek
bugün de hitap etmekten kendini alamazken, aynı zamanda müthiş bir hafızasının
olduğunu da hissettirmektedir.
Bugün yaşları 70’in üzerinde olan bu üç öğrencisi, onunla ilgili akıllarına gelen şu
anekdotları anlatmaktadırlar :



‘Biz lise son sınıfta fen şubesindeyken jeoloji dersimize Kamil Bey girerdi. Öğrenciler
kendisini çok severdi. O nedenle dersine çok çalışır ve sekiz, dokuz, on alırdık. İkinci
dönem Nihal adında bir öğretmen geldi bu dersimize. ‘Hocanız çok müsamaha göstermiş
size, çıkarın bakalım kağıtları!’ diyerek bizi hemen sınav yaptı. Önceki konulardan
sorduğu için, yine sekiz,dokuz,on aldık. Bir hafta sonra kütüphanede bizi sınav yaptı bu
kez. Yine hepimiz aynı notları aldık ama daha sonraki günlerde hepimiz dersten
soğumaya başladık.’ (Aydın Bensan, Temmuz 2005)
‘Kâmil Gülçat Antakya’da ortaokul ve lisede öğretmenimdi. Biyoloji ve kimya
derslerine gelirdi. Sevecen, hoşgörülü, bir insandı. Ders anlatması düzgün, anlaşılır bir
dildeydi. Öğrenciler ile ilişkisi içten, yapmacıksız idi. Çoğu öğrenci gibi benim de
sevdiğim bir öğretmen idi. Müthiş bir belleği vardı. Şimdi bile aradan elli yıldan fazla
geçmesine rağmen, biz öğrencilerine adımız ve numaramızla seslenir.
Size onunla ilgili bir anımı anlatmak isterim. Ortaokul yıllarında, dayımın elime geçen
kitaplarını okumaya çalışırdım. Eğitim Bakanlığı’nın yayınları olan klâsik kitaplardı
çoğu. Yarısını ya anlar ya anlamazdım. Bu arada sağa sola yazdığı şiirlerini de okurdum.
Bunlar bende şiire karşı bir ilgi uyandırmış, gizli gizli şiirler karalamama neden olmuştu.
Ortaokul son sınıfta bir şiir okuma yarışı düzenlenmişti öğrenciler arasında. Ben de kendi
yazdığım bir şiirle katılmıştım. Şiir Grek tanrılarından, Olemp tanrılarından söz eden
dizeleri içeriyordu. Şiir biraz uç bir havadaydı; şöyle başlıyordu
Tanrıların Resmi Geçiti adlı şiirim :

De ki yeryüzü bomboş
Hey dese biri
Temeli sarsılır göklerin
Yıldızlar düşer yere diri diri
Hey dese biri
Tanrılar ölür korkudan
Oyunları yarım
aşkları yarım
düşleri yarım


Oldukça uzun olan şiirde şöyle dizeler vardı :


Tanrılar geçiyor önümden
Tanrılar geçiyor birer birer
..........................................
.........................................

Tanrılar yerde tanrılar gökte
Tanrılar nerde tanrılar nerde



Bir iki gün sonra, aynı zamanda Müdür Yardımcısı olan Kâmil Bey, beni odasına çağırdı.
İlkin tebrik etti; şiirimi övdü. Daha çok aşk şiirleri yazmamı salık verdi. Sonra da üstüne
basa basa, ‘Bu tanrılı şiirleri bırak, bunlar ağır konular. İlerde yazarsın onları. Doğa
şiirlerine ağırlık ver. Tamam mı, anlaştık mı ‘‘ dedi. Ben de, ‘Tabii öğretmenim, öyle
yaparım !’ deyip çıktım.
Burada, değerli öğretmenim Kâmil Gülçat’a sevgi ve saygılarımı iletir, ellerinden
öperim.’ (Sabahattin Yalkın, Ekim 2005)



‘Kâmil Gülçat lisedeki en saygıdeğer hocamızdı. Her yönüyle ‘Hoca’ , her yönüyle
kültür yüklü bir insandı. Bize fizik, kimya ve biyolojiye gelirdi ama bunların dışında da
ona ne sorulursa sorulsun her sorunun yanıtını verebilecek birikime sahipti. İster sağcı
olsun ister solcu, her insanda saygı uyandıran bir kişilikti.
Çok şık giyindiğini belirtmek zorundayım. Manken gibiydi.
Hocamız, öğretmen- öğrenci ilişkilerinde müthiş bir denge oluşturmuştu. Günümüzde
bile hayal edemeyeceğimiz bu inceliği altmış yıl öncesinin koşullarında başarmış bir
öğretmenimizdi o. Bu ilişkide ‘korku’ yoktu, ‘saygı’ vardı. Öğretmenliğiyle birlikte
arkadaşlığı, dostluğu da sürdürme yeteneğine sahipti.
Çoğu zaman not defterini öğretmenler odasında unutur/bırakır ve almamız için birimizi
gönderirdi. Bunu özellikle yapardı. Güven duygusunu artırmak için yapardı. Defteri
getirirken içine bakmak bir yana, dışına bile rahat bakamazdık. Bu ihanet olurdu.
Saygısızlık olurdu.
Kâmil Bey, az sonra belirteceğim nedenlerle sınıftaki beş-altı öğrenciyi çok yakından
tanırdı. Bunlardan biri de bendim.
Ben o dönemlerde fotoğrafçılığa merak salmıştım. Hocamız beni evlerine çağırır,
özellikle çocuklarının fotoğraflarını çekmemi isterdi. Oğlu Baran’ ın birçok fotoğrafını
çekmişimdir.
İşimiz bittiğinde yemeğe de kalırdım. Eşi Nihal Hanım çok özel bir insandı. O da
öğretmendi. Antakya Kız Lisesi’nde Beden Eğitimi öğretmeniydi. Balkan yüksek atlama
şampiyonu olan Nihal hanım evinde de çok başarılı bir hanımdı. Saygılı, sevecen ve
paylaşımcıydı.
Kimi zaman sınıfça kır gezilerine çıkardık. Kâmil Bey de küçük bir buzdolabı vardı.
Şöyle çamaşır makinesi büyüklüğünde, gazyağıyla çalışan bir dolap. Gezilerimize bu
dolabı da götürürdü. Bize çok ilginç gelirdi bu. Bundan altmış yıl öncesinden söz
ediyoruz. O dönemde tüm Antakya’ da ancak birkaç tane buzdolabı vardı ve o
dolaplardan biri -hem de kırda- bize hizmet ediyordu.
Hocamız bir gün Süleyman Okay’ ı, daha sonra okunan bir şair oldu, bir şeyler
yazdırmak üzere tahtaya çıkardı. Süleyman hem sağ hem de sol elini aynı rahatlıkla
kullanırdı. Aynı zamanda iyi bir ressamdı.
Süleyman tahtaya yazı yazarken ya da çizim yaparken sağ eli yorulduğunda tebeşiri sol
eline alır ve yazmayı sürdürürdü. İşte böyle bir anda Kâmil Bey, Süleyman’ a şunları
söyledi: ‘Sağ elinle de güzel yazıyorsun ama sol elin çok daha iyi.’
Sınıfımızda Celal Atayurt adında bir arkadaşımız vardı. İyi bir arkadaşımızdı. Ben,
Süleyman, Celal ve birkaç arkadaşımız daha koridorda oynarken Celal düştü. Kolu
dirseğinden kırıldı. Ters döndü. Hep telaşlandık o zamanlar taksi de yoktu. Biz hemen
koştuk, okulun karşısındaki faytonu çağırdık. Kâmil Bey, dersi olmasına karşın çok
yakından ilgilendi. Tanıdığı doktorla bağlantı kurdu ve Celâl’ in tedavisi yapıldı.
Celâl’ in maddi durumu çok çok iyiydi. Kolu burada iyileşmeyince Suriye üzerinden
Fransa’ ya, daha sonra Avusturya’ya ve İsviçre’ ye gitti. Gidiş o gidiş... Oralara yerleşti
ve üniversiteyi orada bitirip diş hekimi oldu.
Yıllar sonra da olsa Kâmil Hocamızın hâlâ yaşadığını ve sağlıklı olduğunu bundan üç yıl
önce Celâl’ den öğrendim. Hem ona hem de hocamla buluşmamızı sağlayan Arif Okay
ve Müslüm Kabadayı’ ya çok teşekkür ediyorum. (Kasım Yücel, Kasım 2005)
Evet, Antakyalılar da bu iki değerli öğretmenlerini kaybetmiş olmanın acısını
yüreklerinde duymuşlardır. ‘Onların toprağı bol olsun, karanfil koksun!’ derken,
unutulmaz tüm öğretmenlerimizin emeğine sağlık diyor, anıları önünde saygıyla eğiliyoruz.


Müslüm Kabadayı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder