“Yıllar su gibi akıp gitti.” derler; aslında akıp
giden yıllar değil, yaşlanan hücrelerimize yüklediğimiz deneyimlerdir. Bu
bağlamda “zaman”, diyalektik olarak hem içinde olduğumuz hem de dışından
bakabildiğimiz eylemlilik halidir. Gerçekten de “eylemli bilinç” geliştirme
yeteneği olmayan hiçbir canlı için öncekiyle sonrakini karşılaştırma ve buradan
soyut olan zamanı takvime bağlama olgusu söz konusu değildir. Bizim, “salise,
sabah, dün, yarın, bıldır, yüzyıl” olarak adlandırdığımız zaman kavramları, o
zaman diliminde doğada ve toplumda gerçekleşenlerle betimlenerek bir anlam
kazanır. Bu anlam, birikimle derinleşerek zenginleşir.
11-12 yıl önce tuttuğum iki not üzerinden, “birikim”in
ne olduğunu da görmek mümkün. Aslında bütün ülkelerde, hiçbir ayrım yapmaksızın
bugüne kadar tüm insanlığın geliştirdiği kültür birikimleri, belgelere
dayanarak yeni kuşakların öğrenmelerini sağlayacak, “İnsanlık Tarihi” dersi
eğitim sistemine yedirilmelidir. O zaman, burnunun dibindeki insanlara,
halklara, topluluklara yabancı olan kimseler kalmayacağı gibi, bu birikimleri
bilimsel yöntemlerle öğrenen her kafa, neden-sonuç ve amaç diyalektiğini iyi
kurarak “gerçek barış kültürü”nü gerçekleştirmek için çalışacaktır. “Sınıfsız,
sömürüsüz ve barışın egemen olduğu bir dünya düzeni”nin kurulmasının zemini de
güçlenecektir.
Bu istemle, aşağıdaki “zaman notları”mda adları geçen
ve şimdi aramızda bulunmayan Haçer ve Araksi Kadıyan’ları saygıyla anıyorum.
KÜLTÜRÜN DERİNLİKLERİNDE DOLAŞMAK
“Samandağ’ın çarpık yapılaşma sonucu
insanı boğan daracık cadde ve sokaklarını geride bırakarak Musa Dağı’na doğru
uzanan bahçelerin arasında Vakıflı Köyü’ne yöneldik. Arapların “Cireyri” adını
verdikleri mahalleden geçerken, Zeytuniye Mahallesi’nin bakımlı bahçelerinden
yükselen çiçek ve narenciye kokuları etrafa yayılmaktaydı.
Samandağlı
bir çevreci, gazeteci ve kültür insanı İsmail Zubari, onun fotoğrafçı arkadaşı
Ayhan, şair Sabahattin Yalkın, Vakıflı’dan Murat Kadıyan ile birlikte, nerdeyse
Hatay’ın etnik ve dinsel özelliklerini bir araya getirmiş bir avuç insan olarak,
92 yaşındaki Haçer Kadıyanlar’ın evinde soluğu aldık. Çiçekler ve meyvelerle
donatılmış avlu yolundan geçerek, torunu Murat’ın yardımıyla bize yüreğini açan
bir Ermeni ailesiyle sohbete daldık.
Öncelikle evin mimarisi ve bahçelerin
taraçalama sistemi üzerine konuşuyoruz. Bilindiği üzere Ermenililer yapıcılıkta
oldukça ustalaşmış insanlar. Ben, Yayladağı ve Altınözü’ndeki bir çok eski
güzel yapıları Ermeni ustaların inşa ettiklerini büyüklerimizden duymuştum. Bu
ön bilgiyle etrafa bakarken birden, duvara monte edilmiş ta bir yapıt dikkatimi
çekti. Bizler merakla taştaki kabartma resmi ve yazıyı incelemeyi çalışırken,
Haçer Dede şu bilgiyi verdi: “Hıdırbey Köyü’nden Boğus Nakulyan, evinin
girişindeki duvara bu taşı koydurmuştu. Eski dönemde bizim bu yörede ev
girişlerine o aileyi tanıtan böyle taşlar yerleştirildi. Bundan on sene önce bu
taş kırılmak üzereydi. Hıdırbey’deki Ermeniler 1938’de evlerini terk
ettiklerinden, ben de bu taşı buraya getirdim.”
1938-1939’da altı ay kadar köyünde
ücretsiz öğretmenlik de yapan Haçer Dede, tarihe ve güzel eserlere sahip çıkma
bilinciyle hareket etmiş, hep çocuklarını okutmuş. Oğlu Ayk, babasının bu sevdasına
sadık kalırcasına yaşadığı Almanya’daki sarayları restore ediyormuş. Haçer
Dede’nin içinden geçense, bu bölgedeki tarihi yapıları güzelleştirebilmesi...
Sabahattin Yalkın, Ermeni kültüründeki
efsaneler üzerinde durup bu yöredeki efsaneleri Haçer Dede'den öğrenmeye
çalışırken, o arada Haçer Dede’nin eşi Araksi Hanım’la kızı Maria’nın
söyledikleri birtakım önemli bilgileri de ben not almaya çaba gösteriyordum.
İsmail Zubari ise, bu “an”ları fotoğraflamak için uğraşıyordu. Konumuz,
öncelikle 1938’e kadar bu yörede yaşamış Ermeniler... Musa Dağı eteklerindeki 7
köyde, o tarihe kadar Ermenilerin yaşadığını belirten Haçer Dede, kendi ailesi
de dahil büyük çoğunluğunun Kilikya’dan geldiğine işaret ediyor. Eriklikuyu
Ermenileri’nin ise, Diyarbakır’dan geldiklerini, ipekçiliği çok iyi
yaptıklarını, ipek üzerine yazı işlemekte çok becerikli olduklarını, hatta
yöredeki Arapların ipekçiliği bunlardan öğrendiklerini vurguluyor. Öncelikle
Hıristiyan Arapların, Samandağ’da ipekçilik üzerine işletmeler kurduklarını ve
Beyrut’a kadar ipek ticareti yaptıklarını açıklıyor. Bunu öğrenince aklıma bir
başka veri geldi. 13 Şubat 1999’da görüştüğüm Zeytuniyeli Hıristiyanlardan
İlyas Küçükçay(2000’de öldü), ipekböcekçiliği ve ipekçilikle uğraşan kişiler
olarak şu isimleri saymıştı: İskender
Sarraf, Cebrail Huri, Vart, Hekimoğlu, Yatros, Halepli Mişel Huri.
İlyas Bey, “huri” sözcüğünün Hıristiyan
Araplarca “papaz” anlamında kullanıldığını da belirtmişti. Böylece dinsel
motivasyon-ticaret ilişkisine, yöremizden de bir gönderme yapmıştık.
Haçer Kadıyan’ın, olguları diyalektik
olarak değerlendirmesi dikkatimizi çekti. Yöreyle ilgili “Aşuk Maşuk”
efsanesiyle dinsel mitolojileri anlattıktan sonra “Bunların hepsi fasarya
şeyler.” demesi üzerine, Sabahattin Yalkın, “Bu yaşta olaylara gerçekçi
yaklaşan bir kafa.” tespitinde bulunuyordu. Haçer Dede, toplumların yaşamdan
öğrendikleriyle geleneklerini dine yansıttıklarını belirtiyordu. “Örneğin,
Araplar resmi bilmedikleri için yasaklamışlar. Hıristiyanlığı benimseyenler
ise, önceden resim yaptıkları için, ibadethanelerini resimlerle süslemişler.”
Kendilerinin de taş işlemeciliğini çok önemsediklerini, on iki cevahir taş
kullandıklarını, bu taşlar arasında “Piyer”in en kıymetlisi olduğunu açıkladı.
O arada Antakya’ya gelen İsa’nın havarisi Sen Piyer’in öğretmen olduğunu da
vurguladı.
Yöredeki Türklerle ve Araplarla da iyi
ilişkiler kurduklarını anlatan Haçer Dede, ne yazık ki şimdi aramızda değil.
2000 sonlarında bu topraklara bedenen karışmak üzere bizi yalnız bıraktı.
Toprağı bol olsun...
Evet, eskiyle yeninin, güzelle çirkinin diyalektiğini
kavrayıp yaşamı güzelleştirebilmek için halkın içinde, kültürün derinliklerinde
dolaşmak gerektiğini bir kez daha görüyoruz. Kadıyan ailesine teşekkürler edip
dostlukla oradan ayrılıyoruz. Ayrılırken hepimiz büyülenmiş gibiyiz,
kardeşliğimizi daha da güçlendirmek için malzeme biriktirmiş insanlar olarak.”
“NAREGATSİ”NİN
ÇAĞRIŞTIRDIKLARI
24 Aralık 2001’de İstanbul’da Agop Hergel
Öğretmen’le buluşmuş ve özlem gidermiştim. Türkiye’de Ermeniler’in köy halinde
yaşadıkları tek yer olan Samandağ’ına bağlı Vakıflı’dan olan Agop Öğretmen’in
öğrenciliği İstanbul’da geçer ve burada okuduğu Karagözyan Okulu’nda
öğretmenliğe başlar. Dolayısıyla 5 yıl önce tanıştığımız bu insanla İstanbul’a
gittiğimde de görüşmekten mutluluk duyarım.
Bu kez Beyoğlu’nda Ağa Camii’nin
karşısındaki bir binada bulunan “Naregatsi Art Galeri-Cafe”ye götürdü beni Agop
Bey. Buranın sahibi, bir zamanlar Gırgır dergisinde “Sarkis’in Manyakları”
başlığıyla karikatür bantı yayınlanan Sarkis Paçacı’ymış. Babası Konya
Ereğli’den olan bu insanın anne tarafı Van’dan olup Nareg adlı bir köydenmiş.
Bu mekanın adını da bu köyden esinlenerek “Naregli” anlamına gelen “Naregatsi”
koymuş.
Oturduğumuz
masada bu cafeyle ilgili bilgilerin verildiği bir kağıt gözüme ilişiyor. Olduğu
gibi buraya aktarmak istiyorum: “ 1. ‘Nareg’ kelime anlamı tam olarak
bilinmemektedir; ancak, Ermeni kadınların başlarına taktıkları geleneksel bir
bant adı olduğu düşünülür. 2. Van’da eski bir Ermeni köyüdür Nareg. Aynı adla
anılan önemli bir manastır vardı bu köyde. ‘Nareg’ aynı zamanda bu manastırda
yazılan dua kitabına halk arasında verilen isimdir. 3. Krikor Naregatsi
(940-1010), ‘Nareg’ dua kitabını yazan din adamı, şair, besteci. 4. Yaygın
olmamakla birlikte ‘Nareg’ kız/erkek çocuk adları olarak da kullanılır. 5.
‘Naregatsi’ Ermeni dilinde ‘Naregli’, Nareg’den gelen anlamında kullanılır.
Eski geleneklere göre soyadı olarak da kullanılırdı. 6. Naregatsi Art Gallery –
Cafe, 1994 Şubat’ında kuruldu. Çağdaş Ermeni sanatının tarihte ilk ve tek
temsilcisi olduğu halde firma ismi ile doğrudan bağlantılı değildir. Naregatsi
sanat anlayışı, ortaçağ, rönesans ve çağdaş dünya sanatı da dahil olmak üzere
tüm sanat anlayış ve estetik değerleri reddeder. Yeniler. Yenisi olarak da
doğruyu yaratır. Sırrına erişilemez.”
Bu
bilgileri edindikten sonra salonu gezdim. Her şeyin çok tıkış tıkış,ama belli
bir amaç çerçevesinde düzenli biçimde yerleştirildiğini fark ettim. Tavana ters
asılmış koltuktan şişirilmiş insan kalıplarına, duvarlara yerleştirilmiş el
işlerinden masalara dizilmiş oyuncaklara kadar çok sayıda düzenekle
karşılaştım. O arada her masada CD’ler gördüm. Ermeni kültürünü yansıtan
içecekler yanında eski ile yeninin iç içe geçtiği bir mutfak düzenlemesiyle
tanıştım. Her şeyin bu kadar dar bir alan bu kadar yoğun biçimde
yerleştirilmesine başlangıçta ısınamamıştım ama, oturdukça alıştığımı
belirtmeliyim.
Masamıza
bir süre sonra Mimar Sinan Üniversitesi’nde edebiyat öğrencisi olan Antakyalı
hemşehrimiz Linda Urhan katıldı. Arkadaşlarıyla Baykuş adlı bir edebiyat
dergisi de çıkaran Linda’yla Agop Bey’i tanıştırıyorum. Derken masada Türk,
Ermeni ve Arap kökenli üç insan olarak “Hataylılık kültürü”müzü paylaşıyoruz.
Sohbet koyulaşıyor, çay ve ıhlamurlarımızı içerken, Sarkis Bey de Ermenice,
Türkçe ve Arapça müzik dinletiyor bize. Açıkçası, her üç dilden dinlediğimiz
müzikle şöyle bir Hatay coğrafyasının insan sıcaklığını tekrar iliklerimizde
hissettiğimizin altını çizmeliyim. Çünkü üçümüz de bu konuda hemfikir olmuştuk.
Linda
aramıza katılmazdan önce Sarkis Paçacı’yla
söyleşirken, Türklerle Ermenilerin dil ve kültür yönünden ortak yönleri olan
halk olduklarına dair Sarkis Bey’in iddiasını tartıştık. Dilbilimsel ve
tarihsel verilerin böyle bir iddiayla bağdaşmadığına dair görüşlerimi
açıkladım; o arada Agop Bey de, Sarkis Bey’in hep böyle “ilginç” iddialarının olduğunu
açıklama gereği duymuştu. Türkçe ve Ermenice ayrı dil gruplarından olmakla ve
kültürel biçimlenmeleri farklı coğrafyalarda gerçekleşmekle birlikte Anadolu’da
Türklerle Ermenilerin çok uzun süre birlikte yaşamaktan kaynaklanan ortak
yönlerinin de geliştiğini biliyoruz. Hatta Anadolu’ya güneyden göç ederek gelen
Türk boylarının Şaman kültürünü sürdürmelerinde ve dillerini Farsça ve
Arapça’nın daha çok etkisinde kalmaktan kurtarmalarında Ermenilerin önemli
payının olduğunu da görüyoruz. Osmanlı döneminde Türklerle Ermenilerin çok
sıcak ilişkilerinin bulunduğu da bir başka gerçek. Özellikle el sanatlarında,
tiyatro, fotoğraf ve sinema alanlarında Ermeniler’in öncülüğünü de tarih
kaydediyor. Bu nedenlerle olsa gerek,
Sarkis Bey, bilimsel gerçekleri de zorlayan böyle bir iddiayı sürdürme
kararlılığını gösteriyordu.
Sarkis
Paçacı’ya teşekkür ederek Naregatsi’den ayrıldık. Çiseleyen yağmur altında
Taksim’e kadar Linda’yla yürüdük. Onun okulunda tiyatro çalışması olduğu için
oradan yolculuyoruz ve biz metroya binerek Osmanbey’de iniyoruz Agop Bey’le.
Ben İstanbul’a 1977’de ilk kez üniversite sınavına girmek için geldiğimde
Pangaltı ve Kurtuluş semtlerini görmüştüm. Kurtuluş’ta oturan öğretmen ve
inşaat mühendisi Niyazi Gündüz Ağabey’in yanında kalmıştım. Köylüm ve akrabam
olan Niyazi Bey, bir gününü bize ayırarak İstanbul’u gezdirmişti ve o arada
Kurtuluş’ta bakkallık yapan Kayserili Agop Amca’yla bizi tanıştırmıştı.
Yaşamımda tanıştığım ilk Ermeni insan oydu ve neşeli konuşması dikkatimi
çekmişti. Yıllar sonra adaşı ve hemşehrimiz olan Öğretmen Agop Bey’le
Pangaltı’nda dolaşmaktaydık. Bu durum beni çok sevindirdi. Nedeni ne olursa
olsun, halklar arasında ve birebir insan ilişkilerinde sürekli düşmanlık
olamaz. Bizlerin yaşadığı duygular, “Paylaştığımız insani değerler bunun en
somut göstergesi değil mi?” diye düşündüm Pangaltı’nda gezerken Agop Bey’le.
Böyle
düşünmekte haksız mıyım yani?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder