15 Haziran 2012 Cuma

“KÜLTÜR ZAMANI”



“Yıllar su gibi akıp gitti.” derler; aslında akıp giden yıllar değil, yaşlanan hücrelerimize yüklediğimiz deneyimlerdir. Bu bağlamda “zaman”, diyalektik olarak hem içinde olduğumuz hem de dışından bakabildiğimiz eylemlilik halidir. Gerçekten de “eylemli bilinç” geliştirme yeteneği olmayan hiçbir canlı için öncekiyle sonrakini karşılaştırma ve buradan soyut olan zamanı takvime bağlama olgusu söz konusu değildir. Bizim, “salise, sabah, dün, yarın, bıldır, yüzyıl” olarak adlandırdığımız zaman kavramları, o zaman diliminde doğada ve toplumda gerçekleşenlerle betimlenerek bir anlam kazanır. Bu anlam, birikimle derinleşerek zenginleşir.
11-12 yıl önce tuttuğum iki not üzerinden, “birikim”in ne olduğunu da görmek mümkün. Aslında bütün ülkelerde, hiçbir ayrım yapmaksızın bugüne kadar tüm insanlığın geliştirdiği kültür birikimleri, belgelere dayanarak yeni kuşakların öğrenmelerini sağlayacak, “İnsanlık Tarihi” dersi eğitim sistemine yedirilmelidir. O zaman, burnunun dibindeki insanlara, halklara, topluluklara yabancı olan kimseler kalmayacağı gibi, bu birikimleri bilimsel yöntemlerle öğrenen her kafa, neden-sonuç ve amaç diyalektiğini iyi kurarak “gerçek barış kültürü”nü gerçekleştirmek için çalışacaktır. “Sınıfsız, sömürüsüz ve barışın egemen olduğu bir dünya düzeni”nin kurulmasının zemini de güçlenecektir.
Bu istemle, aşağıdaki “zaman notları”mda adları geçen ve şimdi aramızda bulunmayan Haçer ve Araksi Kadıyan’ları saygıyla anıyorum.

                                    KÜLTÜRÜN DERİNLİKLERİNDE  DOLAŞMAK

“Samandağ’ın çarpık yapılaşma sonucu insanı boğan daracık cadde ve sokaklarını geride bırakarak Musa Dağı’na doğru uzanan bahçelerin arasında Vakıflı Köyü’ne yöneldik. Arapların “Cireyri” adını verdikleri mahalleden geçerken, Zeytuniye Mahallesi’nin bakımlı bahçelerinden yükselen çiçek ve narenciye kokuları etrafa yayılmaktaydı.                                                          
Samandağlı bir çevreci, gazeteci ve kültür insanı İsmail Zubari, onun fotoğrafçı arkadaşı Ayhan, şair Sabahattin Yalkın, Vakıflı’dan Murat Kadıyan ile birlikte, nerdeyse Hatay’ın etnik ve dinsel özelliklerini bir araya getirmiş bir avuç insan olarak, 92 yaşındaki Haçer Kadıyanlar’ın evinde soluğu aldık. Çiçekler ve meyvelerle donatılmış avlu yolundan geçerek, torunu Murat’ın yardımıyla bize yüreğini açan bir Ermeni ailesiyle sohbete daldık.   
Öncelikle evin mimarisi ve bahçelerin taraçalama sistemi üzerine konuşuyoruz. Bilindiği üzere Ermenililer yapıcılıkta oldukça ustalaşmış insanlar. Ben, Yayladağı ve Altınözü’ndeki bir çok eski güzel yapıları Ermeni ustaların inşa ettiklerini büyüklerimizden duymuştum. Bu ön bilgiyle etrafa bakarken birden, duvara monte edilmiş ta bir yapıt dikkatimi çekti. Bizler merakla taştaki kabartma resmi ve yazıyı incelemeyi çalışırken, Haçer Dede şu bilgiyi verdi: “Hıdırbey Köyü’nden Boğus Nakulyan, evinin girişindeki duvara bu taşı koydurmuştu. Eski dönemde bizim bu yörede ev girişlerine o aileyi tanıtan böyle taşlar yerleştirildi. Bundan on sene önce bu taş kırılmak üzereydi. Hıdırbey’deki Ermeniler 1938’de evlerini terk ettiklerinden, ben de bu taşı buraya getirdim.”
1938-1939’da altı ay kadar köyünde ücretsiz öğretmenlik de yapan Haçer Dede, tarihe ve güzel eserlere sahip çıkma bilinciyle hareket etmiş, hep çocuklarını okutmuş. Oğlu Ayk, babasının bu sevdasına sadık kalırcasına yaşadığı Almanya’daki sarayları restore ediyormuş. Haçer Dede’nin içinden geçense, bu bölgedeki tarihi yapıları güzelleştirebilmesi...
Sabahattin Yalkın, Ermeni kültüründeki efsaneler üzerinde durup bu yöredeki efsaneleri Haçer Dede'den öğrenmeye çalışırken, o arada Haçer Dede’nin eşi Araksi Hanım’la kızı Maria’nın söyledikleri birtakım önemli bilgileri de ben not almaya çaba gösteriyordum. İsmail Zubari ise, bu “an”ları fotoğraflamak için uğraşıyordu. Konumuz, öncelikle 1938’e kadar bu yörede yaşamış Ermeniler... Musa Dağı eteklerindeki 7 köyde, o tarihe kadar Ermenilerin yaşadığını belirten Haçer Dede, kendi ailesi de dahil büyük çoğunluğunun Kilikya’dan geldiğine işaret ediyor. Eriklikuyu Ermenileri’nin ise, Diyarbakır’dan geldiklerini, ipekçiliği çok iyi yaptıklarını, ipek üzerine yazı işlemekte çok becerikli olduklarını, hatta yöredeki Arapların ipekçiliği bunlardan öğrendiklerini vurguluyor. Öncelikle Hıristiyan Arapların, Samandağ’da ipekçilik üzerine işletmeler kurduklarını ve Beyrut’a kadar ipek ticareti yaptıklarını açıklıyor. Bunu öğrenince aklıma bir başka veri geldi. 13 Şubat 1999’da görüştüğüm Zeytuniyeli Hıristiyanlardan İlyas Küçükçay(2000’de öldü), ipekböcekçiliği ve ipekçilikle uğraşan kişiler olarak şu isimleri saymıştı:  İskender Sarraf, Cebrail Huri, Vart, Hekimoğlu, Yatros, Halepli Mişel Huri.
İlyas Bey, “huri” sözcüğünün Hıristiyan Araplarca “papaz” anlamında kullanıldığını da belirtmişti. Böylece dinsel motivasyon-ticaret ilişkisine, yöremizden de bir gönderme yapmıştık.
Haçer Kadıyan’ın, olguları diyalektik olarak değerlendirmesi dikkatimizi çekti. Yöreyle ilgili “Aşuk Maşuk” efsanesiyle dinsel mitolojileri anlattıktan sonra “Bunların hepsi fasarya şeyler.” demesi üzerine, Sabahattin Yalkın, “Bu yaşta olaylara gerçekçi yaklaşan bir kafa.” tespitinde bulunuyordu. Haçer Dede, toplumların yaşamdan öğrendikleriyle geleneklerini dine yansıttıklarını belirtiyordu. “Örneğin, Araplar resmi bilmedikleri için yasaklamışlar. Hıristiyanlığı benimseyenler ise, önceden resim yaptıkları için, ibadethanelerini resimlerle süslemişler.” Kendilerinin de taş işlemeciliğini çok önemsediklerini, on iki cevahir taş kullandıklarını, bu taşlar arasında “Piyer”in en kıymetlisi olduğunu açıkladı. O arada Antakya’ya gelen İsa’nın havarisi Sen Piyer’in öğretmen olduğunu da vurguladı.
Yöredeki Türklerle ve Araplarla da iyi ilişkiler kurduklarını anlatan Haçer Dede, ne yazık ki şimdi aramızda değil. 2000 sonlarında bu topraklara bedenen karışmak üzere bizi yalnız bıraktı. Toprağı bol olsun...
Evet, eskiyle yeninin, güzelle çirkinin diyalektiğini kavrayıp yaşamı güzelleştirebilmek için halkın içinde, kültürün derinliklerinde dolaşmak gerektiğini bir kez daha görüyoruz. Kadıyan ailesine teşekkürler edip dostlukla oradan ayrılıyoruz. Ayrılırken hepimiz büyülenmiş gibiyiz, kardeşliğimizi daha da güçlendirmek için malzeme biriktirmiş insanlar olarak.”

“NAREGATSİ”NİN ÇAĞRIŞTIRDIKLARI


24 Aralık 2001’de İstanbul’da Agop Hergel Öğretmen’le buluşmuş ve özlem gidermiştim. Türkiye’de Ermeniler’in köy halinde yaşadıkları tek yer olan Samandağ’ına bağlı Vakıflı’dan olan Agop Öğretmen’in öğrenciliği İstanbul’da geçer ve burada okuduğu Karagözyan Okulu’nda öğretmenliğe başlar. Dolayısıyla 5 yıl önce tanıştığımız bu insanla İstanbul’a gittiğimde de görüşmekten mutluluk duyarım.  
Bu kez Beyoğlu’nda Ağa Camii’nin karşısındaki bir binada bulunan “Naregatsi Art Galeri-Cafe”ye götürdü beni Agop Bey. Buranın sahibi, bir zamanlar Gırgır dergisinde “Sarkis’in Manyakları” başlığıyla karikatür bantı yayınlanan Sarkis Paçacı’ymış. Babası Konya Ereğli’den olan bu insanın anne tarafı Van’dan olup Nareg adlı bir köydenmiş. Bu mekanın adını da bu köyden esinlenerek “Naregli” anlamına gelen “Naregatsi” koymuş.  
Oturduğumuz masada bu cafeyle ilgili bilgilerin verildiği bir kağıt gözüme ilişiyor. Olduğu gibi buraya aktarmak istiyorum: “ 1. ‘Nareg’ kelime anlamı tam olarak bilinmemektedir; ancak, Ermeni kadınların başlarına taktıkları geleneksel bir bant adı olduğu düşünülür. 2. Van’da eski bir Ermeni köyüdür Nareg. Aynı adla anılan önemli bir manastır vardı bu köyde. ‘Nareg’ aynı zamanda bu manastırda yazılan dua kitabına halk arasında verilen isimdir. 3. Krikor Naregatsi (940-1010), ‘Nareg’ dua kitabını yazan din adamı, şair, besteci. 4. Yaygın olmamakla birlikte ‘Nareg’ kız/erkek çocuk adları olarak da kullanılır. 5. ‘Naregatsi’ Ermeni dilinde ‘Naregli’, Nareg’den gelen anlamında kullanılır. Eski geleneklere göre soyadı olarak da kullanılırdı. 6. Naregatsi Art Gallery – Cafe, 1994 Şubat’ında kuruldu. Çağdaş Ermeni sanatının tarihte ilk ve tek temsilcisi olduğu halde firma ismi ile doğrudan bağlantılı değildir. Naregatsi sanat anlayışı, ortaçağ, rönesans ve çağdaş dünya sanatı da dahil olmak üzere tüm sanat anlayış ve estetik değerleri reddeder. Yeniler. Yenisi olarak da doğruyu yaratır. Sırrına erişilemez.”
Bu bilgileri edindikten sonra salonu gezdim. Her şeyin çok tıkış tıkış,ama belli bir amaç çerçevesinde düzenli biçimde yerleştirildiğini fark ettim. Tavana ters asılmış koltuktan şişirilmiş insan kalıplarına, duvarlara yerleştirilmiş el işlerinden masalara dizilmiş oyuncaklara kadar çok sayıda düzenekle karşılaştım. O arada her masada CD’ler gördüm. Ermeni kültürünü yansıtan içecekler yanında eski ile yeninin iç içe geçtiği bir mutfak düzenlemesiyle tanıştım. Her şeyin bu kadar dar bir alan bu kadar yoğun biçimde yerleştirilmesine başlangıçta ısınamamıştım ama, oturdukça alıştığımı belirtmeliyim.
Masamıza bir süre sonra Mimar Sinan Üniversitesi’nde edebiyat öğrencisi olan Antakyalı hemşehrimiz Linda Urhan katıldı. Arkadaşlarıyla Baykuş adlı bir edebiyat dergisi de çıkaran Linda’yla Agop Bey’i tanıştırıyorum. Derken masada Türk, Ermeni ve Arap kökenli üç insan olarak “Hataylılık kültürü”müzü paylaşıyoruz. Sohbet koyulaşıyor, çay ve ıhlamurlarımızı içerken, Sarkis Bey de Ermenice, Türkçe ve Arapça müzik dinletiyor bize. Açıkçası, her üç dilden dinlediğimiz müzikle şöyle bir Hatay coğrafyasının insan sıcaklığını tekrar iliklerimizde hissettiğimizin altını çizmeliyim. Çünkü üçümüz de bu konuda hemfikir olmuştuk.
Linda aramıza katılmazdan önce  Sarkis Paçacı’yla söyleşirken, Türklerle Ermenilerin dil ve kültür yönünden ortak yönleri olan halk olduklarına dair Sarkis Bey’in iddiasını tartıştık. Dilbilimsel ve tarihsel verilerin böyle bir iddiayla bağdaşmadığına dair görüşlerimi açıkladım; o arada Agop Bey de, Sarkis Bey’in hep böyle “ilginç” iddialarının olduğunu açıklama gereği duymuştu. Türkçe ve Ermenice ayrı dil gruplarından olmakla ve kültürel biçimlenmeleri farklı coğrafyalarda gerçekleşmekle birlikte Anadolu’da Türklerle Ermenilerin çok uzun süre birlikte yaşamaktan kaynaklanan ortak yönlerinin de geliştiğini biliyoruz. Hatta Anadolu’ya güneyden göç ederek gelen Türk boylarının Şaman kültürünü sürdürmelerinde ve dillerini Farsça ve Arapça’nın daha çok etkisinde kalmaktan kurtarmalarında Ermenilerin önemli payının olduğunu da görüyoruz. Osmanlı döneminde Türklerle Ermenilerin çok sıcak ilişkilerinin bulunduğu da bir başka gerçek. Özellikle el sanatlarında, tiyatro, fotoğraf ve sinema alanlarında Ermeniler’in öncülüğünü de tarih kaydediyor.  Bu nedenlerle olsa gerek, Sarkis Bey, bilimsel gerçekleri de zorlayan böyle bir iddiayı sürdürme kararlılığını gösteriyordu.
Sarkis Paçacı’ya teşekkür ederek Naregatsi’den ayrıldık. Çiseleyen yağmur altında Taksim’e kadar Linda’yla yürüdük. Onun okulunda tiyatro çalışması olduğu için oradan yolculuyoruz ve biz metroya binerek Osmanbey’de iniyoruz Agop Bey’le. Ben İstanbul’a 1977’de ilk kez üniversite sınavına girmek için geldiğimde Pangaltı ve Kurtuluş semtlerini görmüştüm. Kurtuluş’ta oturan öğretmen ve inşaat mühendisi Niyazi Gündüz Ağabey’in yanında kalmıştım. Köylüm ve akrabam olan Niyazi Bey, bir gününü bize ayırarak İstanbul’u gezdirmişti ve o arada Kurtuluş’ta bakkallık yapan Kayserili Agop Amca’yla bizi tanıştırmıştı. Yaşamımda tanıştığım ilk Ermeni insan oydu ve neşeli konuşması dikkatimi çekmişti. Yıllar sonra adaşı ve hemşehrimiz olan Öğretmen Agop Bey’le Pangaltı’nda dolaşmaktaydık. Bu durum beni çok sevindirdi. Nedeni ne olursa olsun, halklar arasında ve birebir insan ilişkilerinde sürekli düşmanlık olamaz. Bizlerin yaşadığı duygular, “Paylaştığımız insani değerler bunun en somut göstergesi değil mi?” diye düşündüm Pangaltı’nda gezerken Agop Bey’le.
Böyle düşünmekte haksız mıyım yani?      

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder