7 Nisan 2012 Cumartesi

Yalnızlığı Umutla Kımıldatan Şair: Doğan Şadıllıoğlu - Müslüm Kabadayı


Çocukluk döneminde iradesi dışında coğrafi ‘göç’ yaşayanlar, iç dünyalarında yoğunlaşan yaşantıların sivrilen uçlarını, yaratıcılığın ürüne dönüşebileceği uygun koşulları bulduklarında felsefi, sanatsal ya da bilimsel alanlara yönlendirebilmekteler. Köyden kente göç eden zeki, yaratıcı yeteneği olan çocukların 1950-1980 arasında bu bakımdan öne çıktıklarına tanık oluyoruz. Bölge ve ülke değiştirenler arasından da böyle örneklerin çıktığını biliyoruz. Bu konuda istatistiki bir inceleme ya da sosyolojik bir araştırma yapılmış mıdır bilemiyoruz ama Köy Enstitülerinde okuyan köy çocuklarından, bu konumda olan birçok şair, yazar, ressam, müzisyen ve bilim insanının yetiştiğini biliyoruz. Ahmed Arif, Orhan Kemal vd. birçok şair-yazarı buradaörnekleyebiliriz.
1955 sonrası, özellikle 1960’lı yıllarda köylerden kentlere göçerek yaratıcılıklarını geliştirme olanağı bulanlar arasında yer alan ve şiirde güçlü kalem olanların, İkinci Yeni hareketinden etkilenenlerin de az olmadığına tanık oluyoruz. Bunlar arasından iki kişiyi -Akdeniz coğrafyasından yetişen Arif Coşkun’u, Karadeniz coğrafyasından da Orhan Şadıllıoğlu’nu- örnekleyebiliriz. Arif Coşkun, Karbeyaz köyünden Antakya’ya göçen bir ailenin çocuğu olarak önce İkinci Yeni etkisinde kalarak şiirler yazar, 1970’li yıllarda kendi şiir estetiğini geliştirir. 1962’de Günah Dağları, 1964’te Uzay Gülü, 1969’da Taş Kilim başlıklı yapıtları yayımlanan şairin kitap adlarının da, etkilendiği şiir anlayışını yansıttığını söyleyebiliriz. Kitaplarının Yeditepe’den çıkması, aynı adlı dergide Zonguldak’tan yetişen Doğan Şadıllıoğlu’nun şiirlerinin de yayımlanması, bu ‘zıt kutuplardaki coğrafya’lardan yetişen iki şairin ‘buluşma noktaları’ bakımından dikkat çekicidir.

İki şairin de dizelerindeki imge yoğunluğu, çağrışım zenginliği dikkat çekmektedir. Arif Coşkun’un, ‘Beni Bir Sürmeli Geyik Vurdu’ şiirinde ‘nazlı güneş’, ‘ayva dudaklarıyla gülmek’ imgeleri çarpıcı görünmektedir.

‘‘Antakya’nın görkemli nazlı güneş
Kırık nar ağzıyla
Ayva dudaklarıyla gülsün
Beni sürmeli bir geyik vurdu
Kan damarlarına düştüm şiirin
Ben şiiri çekerim
Şiir beni’
Doğan Şadıllıoğlu’nun ‘Yitik’ şiirinde, hem imge yoğunluğu hem de içine kolay girilemeyen bir çağrışım derinliği var. ‘Yalnızlığın kımıldaması’yla geceleri ‘bir umudun kaplaması’ arasındaki ilişki, bu anlamda dikkat çekiyor.
‘Tüm yarasaların götürdüğü
Yitik bir şey var bu gecede
Taze düşlerin bile getiremeyeceği
Bir yitik
Düşlerin bile getiremeyeceği dedim
Tedirginliğim desen öylesine,
Bir gün bir günü bekler
Gelecek gün cumartesi olmalı
Bir yalnızlık kımıldar
Ayın tüm olduğu geceler
Bir umut kaplar
Usumda anılar’
Doğrusu, sanat-edebiyat ve bilim dünyasında kişilik, düşünce ve yapıtlarıyla öne çıkanların yetiştikleri dönemin nitelikleri ve hangi koşullarda nasıl ortaya çıktıkları, neler ürettikleri üzerinden ciddi inceleme ve araştırmalar yapılmasına ihtiyaç olduğunu, bizim bu iki şairle ilgili yaptığımız kısa değerlendirme ortaya koymaktadır. Bu önemli çalışmayı, toplumcu aydınlardan ve Marksist eleştirmenlerden başkasının yapabilmesi de mümkün görünmemektedir. Şimdilik bu gerçeğe işaret ederek Doğan Şadıllıoğlu’nun kişiliği, dünya görüşü ve şiirleri üzerine özlü bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.
Zonguldaklı araştırmacılardan Erol Çatma’nın, ‘Sessiz Bir Şair: Doğan Şadıllıoğlu’(1) başlıklı bildirisinde verdiği bilgiler ve dile getirdiği anılar çerçevesinde onun kişiliği, dünya görüşü ve şiir anlayışı arasındaki bağı şöyle kurmak mümkün görünüyor: 1934’te Giresun’da doğup 4 yaşındayken ‘göç’e uğramışlığın çocukluğunu, Ereğli Kömür İşletmeleri’nde çalışarak genç işçiliği, 1965’te ‘Yeni Ocak’ dergisini toplumcu çizgide çıkararak sanatta gerçekçiliği, 1968’de madenci direnişi örgütleyip işten atılmayı, Türkiye İşçi Partisi(TİP)’nde politik mücadeleyi yaşamış bir kişiliktir Doğan Şadıllıoğlu. EKİ’deki işine dönmesi için kendisinden ödün vermesini isteyenlere karşı, ‘Eğilmeyi kabullenmedim, meseleye onur meselesi olarak baktım, kabul etmedim.’ diyerek tavır koyan emekçi şairin, yaşam çizgisindeki titizliğini, şiirinde de sürdürdüğüne tanık oluyoruz. Erol Çatma, bu yönünü şöyle dile getiriyor: ‘Yöremizde yetişen sanatçılar içerisinde yerellik sınırlarını aşmayı başaran, evrensel bakış açısı ve söylemiyle şiirine özgün bir biçim kazandırabilen ender sanatçılarımızdandır. Şiirindeki tavrı ile tam bir bütünlük gösterir. Güncel yaşamında az konuşmayı yeğleyen şair, yerli yersiz hiçbir sözcüğe yaşam hakkı tanımaz. Sözcük kullanımında cimrilik derecesinde titiz ve tutumludur. Uzun şiiri, gevezelik olarak niteler.’(2) Onun yakın dostlarından Zonguldaklı romancı İrfan Yalçın şunları belirtiyor: ‘İmge yüklü, kısa, sözsel vuruculuğu güçlü şiirler; yaşamın köküne yapışmış ince bir yalnızlık duygusuna, anıların ölümsel ürpertisine, Zonguldak’ın uzun yağmurlarından çıkıp gelmişi andıran dayanılmaz bir iç sıkıntısına yaslanmış şiirler. Seçilmişin, ayıklanmışın, yoğunlaştırılmışın sınırlarında hep.’(3)
Zonguldaklı yazar Ahmet Öztürk’ün, Doğan Şadıllıoğlu’nun ölüm haberini alınca, dikkatimizi çeken ifadesi şöyle: ‘Birden, bir boşluğa yuvarlanmış gibi hissettim kendimi... Şadıllıoğlu’nun dilinden hiç düşürmediği bir ikilik, bilinç altımdan çıkıp, dilime düşüverdi bir anda’ ‘Güz ölür / büyür ölüler’. Güz mevsiminin, bende her zaman şiirsel çağrışımlar yapan hüznü sarıverdi içimi, yazın en sıcak zamanıydı oysa’’ Ahmet Öztürk’ün ‘en sıcak zaman’da ‘güzün ölümü’nü hissetmesindeki tezatı, şairin ‘ölüleri büyütmesi’yle anlam derinliği ve çağrışım zenginliği yaratmasındaki başarısıyla ilişkilendirebiliriz.

Bana, Zonkişot dergisi emekçilerinden Ayhan Kiraz’ın ilettiği Doğan Şadıllıoğlu’nun 16 şiirini okuduğumuzda, ‘uzun şiiri gevezelik olarak gördüğünü’ doğrulayan bir yapıyla karşılaşıyoruz. Hem çok az yazdığını hem de az sözcükle şiirini kurduğunu görüyoruz. Bildiğimiz kadarıyla yayımlanmış şiir kitabı bulunmayan şairin dostlarına düşen ilk görev, onun arşivini inceleyip yayımlanmamış şiirlerini de gün ışığına çıkararak, bunları kitaplaştırmaktır.

Şiir estetiğine girmezden önce, saptadığım bir durumu öncelikle dile getirmek istiyoruz. Zaman zaman başka çalışmalarımızda da karşılaştığımız üzere metinlerin özgün biçimleriyle başka metinlerde alıntı olarak kullanıldığı biçimleri arasında farklılıklara tanık oluyoruz. Doğan Şadıllıoğlu’nun özgün yazımı olarak bana iletilen 16 şiirden bazılarının, Erol Çatma ve Ahmet Öztürk’ün metinlerinde farklılaştığını birkaç örnekle göstermek gerekiyor. Böylece, metin incelemeleri bakımından alıntı yapanların, özgün biçimlerine ne denli sadık kalmaları gerektiğini vurgulama ihtiyacı doğuyor.

Temmuz 1966’da Yeni Dergi’de ‘ayın şiiri’ olarak yayımlanan ‘Şiir’ başlıklı metnin özgün biçiminde geçen ‘Yılları bir hüzündür saksıların’ dizesi, Ahmet Öztürk’ün metninde ‘Yılları bir hüzündür sakalların’a dönüşmüş. ‘Saksıların’ sözcüğünün nasıl ‘sakalların’a dönüştüğünü bilemiyoruz ama şiirin ilk dizesi ‘Bir uğraş olur saksılarda güneş’ te geçen ‘saksı’ sözcüğünün son dizede ‘sakal’a dönüşemeyeceğini biliyoruz. Bana iletilen özgün metinlerde bir şirinin başlığı ‘Erinç’ iken, Erol Çatma’nın metninde ‘Ezinç’ olarak geçiyor. Aynı şiirin özgün metninde geçen ‘Saklı hüzün pençesinden/ Parmakların’ dizeleri, alıntıda ‘Saklı hüzün penceresinden’ biçiminde tek dize olarak veriliyor. ‘Uçurtma’ şiirindeki değişiklik ise, biçimsel olmanın da ötesine geçerek, şiirin içeriğini ve iletisini de doğrudan etkiliyor. Bana iletilen özgün metin solda, Erol Çatma’nın verdiği biçimi ise sağda’

Bu şiirdeki ‘tut/tutma’ , ‘uyudu/tünedi’ sözcük değiştirmeleri önemli olmakla birlikte içerik bakımından öne çıkan ‘İki gül arasında ölüm/Korkma çocuk’ dizelerinin alıntıda yer almamasının nedeni mutlaka açıklığa kavuşturulmalı. Özellikle ‘İki gül arasında ölüm’ dizesi, gerek imge gücü, gerekse şairin algı ve imgelem dünyası bakımından çok önemlidir. Bu dizeden yola çıkarak Doğan Şadıllıoğlu’nun yaşamında ölüm, ‘şiirle içki arasında’ diyebiliriz.
Zaten oldukça sözcük tasarrufuyla yazıldığı anlaşılan bu 16 şiirde, en sık kullanılan sözcüklerin ‘çocuk, hüzün, yalnızlık, yüz-güz, güneş, kuş, düş’ olduğunu görüyoruz. Bu sözcüklerin içinde geçtiği bağdaştırmalara baktığımızda çelişki ve çatışmanın yarattığı dalgaya binerek kıyıya çıkmak isteyen çocuk serüvenini görürüz. ‘Hep güneşi böler hüznüm’, ‘Yarasaların tüylerinde sevgiler boğazlanıyor’, ‘Yüzümde terli bir sabah/ Kanımda hançer’ dizelerindeki bağdaştırmalarda olumsuza eğrilen bir algı ve imgelem dünyası egemenken; ‘Gökyüzü mavi uçurtma’, ‘ Bir uğraş olur saksılarda güneş’, ‘Evren büyüklüğünce/ Büyüttüm güzelliğini’ dizelerinde olumluya çevrilen bir yaklaşım söz konusudur.

Ölümü beklediği anlaşılan 2003 yazında Ankara’da İbn-i Sina Hastanesi’nde yatarken kaleme aldığı ‘Çocuksun Sen’ şiiri, onun yaşamı çocuk içtenliğiyle bağrına bastığını göstermektedir. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ‘çocuk’ anlayışıyla örtüşen bir yaklaşımdır bu’ Şiir şöyle:
‘Nedense ellerim kelepçesiz
Yaz çekilsin
Güz geçsin
Belki yine gelirim
Çocuksun sen.’
Onun ‘dizelerin peşinde koşan’ şair olduğunu belirtiyor dostları. İkinci Yeni şiirinden beslendiği imgelem dünyasının, dizelerinde imgeleri çok katmanlı çağrışımlarla kurmasına olanak sunduğunu görüyoruz. Bu açıdan okuduğumuz şiirleri arasında en çarpıcı örneği, ‘Kefen’ şiirinden vermek istiyoruz. ‘Yaz sonu atıyla sesim / Haklı bir silahtır / Tarihe hüznü taşıyan’. Bir yanında geniş ufkun habercisi ‘sular’, diğer yanında ‘geçitler’ bulunan ‘merdiven kent’in şairi olarak Doğan Şadıllıoğlu’nun, ‘Tanrıların o hiç sulamadığı bahçeler’in yeşillenmesi için çağlayan dizeler peşinde koştuğunu söyleyebiliriz.
Yeri gelmişken bir saptama ve önerimizi de burada dile getirmekte yarar var. İşçi sınıfının içinden gelen sanatçıların, daha çok üretken ve paylaşımda öncü olmaları gerekir. Bu açıdan baktığımızda Doğan Şadıllıoğlu örneğinde görüldüğü üzere, yaşamın kırılma noktalarında çubuğu kendi içine büken sanatçılarla daha çok karşılaşıyoruz. Bu tablonun gerçekleşmesinde, en çok vefasızlığın etkili olduğunu söyleyebiliriz. O nedenle emekçilerle hemhal olan sanatçıların, bizzat onların sendikal, sanatsal ve siyasal örgütleri tarafından vefalı biçimde sahiplenilmesi gerektiğinin altını çiziyoruz.
Müslüm Kabadayı
Notlar
(1) Erol Çatma, ‘Sessiz Bir Şair: Doğan Şadıllıoğlu’, Edebiyatta Zonguldak ‘10 Bienali Bildiriler Kitabı, Zokev Yayını, Aralık 2011, s.333-341
(2)  agm, s.336
(3) İrfan Yalçın, ‘Bir Sessiz Şair: Doğan Şadıllıoğlu’, Edebiyatta Zonguldak ‘10 Bienali Bildiriler Kitabı, Zokev Yayını, Aralık 2011, s.215

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder