“Bir ulusun türkülerini yakanlar, kanunlarını yapanlardan
güçlüdür.” denir. Bir bakıma halk şiiri denince akla ilk gelen “türkü”
olduğundan, modern şiir yazan ustalardan bazıları da “türkü” üzerinden
değerlendirmişlerdir.
Bedri Rahmi Eyüboğlu, “Ne zaman bir köy türküsü dinlesem/
Şairliğimden utanırım” dizeleriyle özellikle çok etkilendiği trajik bir aşk ve
dostluk ilişkisini konu edinen “Kâzım’ım Türküsü”nü öne çıkarır.
Nâzım Hikmet ise “Bu dünyada yiyip içtiklerimin, gezip
tozduklarımın/ görüp işittiklerimin, dokunduklarımın, anladıklarımın hiçbiri/
hiçbiri, beni bahtiyar etmedi türküler kadar” diyecek kadar, “Sevdim
insanlardan çok türkülerini” dizesinde yoğunlaştırdığı sahiciliği ve yaşamın
tüm renklerinin beyaza dönüşümünü önemsemiştir.
Burada, Cemal Süreya’nın “folklor şiire düşman”
yaklaşımının, kendisinin birçok şiirinde folklorik öğeleri dönüştürerek
kullanmış olması nedeniyle modern şiirin de halkbilimi kaynaklarından
beslendiğine dair çokça değerlendirme daha önceleri sıkça yapıldığından, ayrı
bir tartışma başlığı açmaya ihtiyaç duymuyorum. Bu konuda en yeni yayınlardan
biri olan Ezeli Doğanay’ın “Halk Ozanlığı Öldü Mü?” adlı yapıtına kısaca
değinmek istiyorum. “Toplumcu halk şiirimizin öncülerinden” sayılan ozan,
yıllar önce Mehmet Fuat Köprülü’nün ortaya attığı “Halk şiiri, gelişen teknik
karşısında toplumdaki yerini yitirecek, bunun yaratıcıları ozanlar da silinip
gidecekler.” görüşünü şöyle eleştirir: “Bunun (halk şiirinin) yaratıcıları kim?
Halk değil mi? Halk mı silinip gidecek? (…) Aşık şiiri ölmedi, ölmez de. Tam
tersine hem divan şiirini hem de serbest dizeli şiiri beslemiştir.”[1] Halkı, sömürücü olmayan kesimleri ve
doğrudan doğruya üreticileri içeren bir kavram olarak gören Ezeli Doğanay,
“Çağdaş halk ozanı da halkın sesi, kulağı ve onun ezgileriyle bütünleşen
şiirsel dünyanın anahtarıdır.” demektedir. Üzerinde durmak istediğimiz de bu
“anahtar”dır. Doğanay, bu “anahtar”ın temel niteliğine de şöyle açıklık
getiriyor: “Amacımız; altmışlı, yetmişli yıllarda halk şiirinin genel yapısını
kırıp ona çağdaş bir öz, yüz kazandıran Aşık İhsani’nin görevini yüklenmektir.
Burada da dikkat edeceğimiz bir olay var; toplumcu gerçekçiliğin sınırlarını
iyi kavramış, şiirini daraltmayan, kısırlaştırmayan, kuru yavan sözcük yığınına
indirgemeyen, aynı zamanda olaylara, olgulara diyalektik tarihsel materyalist
açıdan bakan, birikimi bilinci yadsımadan onu ustalıkla şiirine aktarmaktır,
yazmaktır.”[2] Tam da
bu açılıma denk düşen, bir karşılaştırmayı Ezeli Doğanay’ın, kendisinden dört
yüzyıl önce yaşamış Alevi-Bektaşi kültürünün önemli ozanlarından taşlama ustası
Kazak Abdal’ın bir şiiriyle “deyişme” yapar. Bu deyişmenin bir dörtlüğünü
örneklemek istiyorum.
Kazak Abdal : Aslında, neslinde giymemiş hare
İş gelmez elinden
gitmez bir kare
Sandığı gömleksiz
duran mekkâre
Bedestene gelir
kaftan beğenmez
Ezeli Doğanay: Varsın da giymesin atlas libası
Çul beli eder mi yürekte hası
Ter ile sulandı köylü tarlası
Senin beyler ayyaş hep keşti Kazak
“Şalvarı şaltak Osmanlı”nın dört yüzyıl önce Anadolu
halkına angaryayı, zulmü dayattığı zamanda Romanya’daki Türkmenlerden olan
Kazak Abdal’ın yoksulları hakir gören şiirine karşı Ezeli Doğanay’ın, toplumcu
bakış açısıyla köylünün alın terini ve emekçilerin yüreğinin hasını öne çıkaran
dörtlüğünü karşılaştırmak mümkün. İşte bu olay ve olguları tarihsel ve
diyalektik materyalist bir yöntemle kavrayıp şiir okuna dönüştürmenin
örneklerinden biri. Dünya’da ve ülkemizde emperyalist-kapitalist sistemin
gerçekleştirdiği büyük talana ve halkın aldatılmasına dayanan sömürüsünün iç
yüzünü deşifre eden, emekçi halkın köreltilmek istenen bellek ve bilincini
ışıtan şiirlerin, halk şiiri biçimlerinden yararlanarak modern bir söylemle
ortaya konması gerekmektedir. Günümüzde bu doğrultuda şiirler kaleme alan
şairlerden biri de Mehmet Ercan’dır.
Mehmet Ercan; 1957’de Konya-Kulu’ya bağlı Zincirlikuyu
köyünde doğmuş, yükseköğrenimini zorunlu nedenle bırakıp köyüne dönmüş, bir
yandan tarım ve hayvancılıkla uğraşarak ailesinin geçimini sağlarken diğer
yandan da “şiirin hası”nı doğa-toplum diyalektiğinden çıkarmaya çalışmıştır.
Modern ve halk şiiri geleneğinden beslenen şiirleri yerel ve ulusal dergilerde
yayımlanan şairin, bir kaide üzerine üç sütun biçiminde oturan dizeleme
biçimiyle “dirgen şiir” olarak kavramlaştırdığım ürünleri, kentli şairlerin
şiir çentiklerine çapraz bir yay çizmiştir. Onun, “Şiirin namusu, şairinden
sorulur.” özdeyişiyle ifade ettiği, şairin hayatının şiire nasıl dahil olduğuna
dair vurguya, aynı zamanda şairlerin bir başka işlevine dair şu sözünü de
ekleyebiliriz: “Şairler, dil işçileridir halkların; sözcüklerden, barış
köprüleri kurarlar ülkelere.”[3]
Onun halk şiiri geleneğinden beslenen şiirlerinden, son
dönemde öne çıkan taşlamalarını burada örneklemek istiyorum. Olay, durum, görüş
ve kişilerle ilgili kaleme aldığı bu taşlamalar, çağdaş halk ozanlarının
kendilerini nasıl geliştirmeleri gerektiğine dair de ipuçları taşımaktadır.
Özellikle güncel olayların, toplumsal dönüştürmelerin, siyasi kişiliklerin
toplumcu eleştirisinde, süreci çok iyi gözlemlemek kadar, bu konuda üretilen
metinlere de vakıf olmak gerektiği anlaşılmaktadır. Türkiye’de AKP iktidarıyla
başlayan ve benim giderek “parlamenter faşizm”e evrildiğini belirttiğim “neoliberal”
ve “islamofaşist” uygulamaların, hangi kavram ve olgularla ilişkili olduğunu
dile getiren şu şiirlerini okuyup irdeleyelim.
MONŞERLERLE
MOŞELER
RÜZGARGÜLÜ
monşörlerin zulmünden halk çekti onca zarı. rüzgargülüne benzer belli olmaz
yönleri.
ceddimizin şeyine yağdırdı nice karı. arama yobazlarda ahlaki
değerleri.
onlardan kurtulduğumuzu sanırken dostlar, hades’tir yoldaşları, sırdaşları
karanlık,
çıkıp da gelmesin mi moşe’nin simonları? kıbleleri pentagon, israil
kâbeleri.
Bu iki şiirde de hem tarih bilgisi hem de mitolojik
unsurlar dikkat çekmektedir. Bir kez, “Moşe’nin Simonları” nitelemesi, uluslar
arası siyasette “Siyonizm”i betimlemektedir ve Türkiye’de kimilerince
“Erguvaniler” olarak da adlandırılan ve “Haliç’e egemen” olan büyük sermayeyi,
gizli seçkinleri de kapsamaktadır. Bunların bilgisine vakıf bir ozanın ancak
kurabileceği bu dörtlükle Mehmet Ercan, çok önemli bir siyasi-ekonomik süreci,
argoyu da kullanarak eleştirmiştir. Diğer şiirde geçen “Hades”, Yunan
mitolojisinde “yeraltındaki ölüler ülkesi”nin tanrısıdır. “Görünmez” anlamına
gelen Hades, bunun için bir başlık takmaktadır. Bir bakıma günümüz
Hades’lerinin emperyalizmin taşeronu ve kapitalizmin baronu olduklarını halktan
gizlemek için türbanı kullanmaları gibi. Bunların kıblelerinin “Pentagon” ve
kâbelerinin “İsrail” olduğunun vurgulanması da, dünya siyasetinin nasıl
işlediğini bilmeyi gerektirir. Bu iki dörtlükle şair, uzun makale, hatta
kitaplarla değerlendirilen bir dönemi ortaya koymuştur. Bir zamanlar Aziz
Nesin’in “Büyük Grev” öyküsüyle ekonomi-politik yapması gibi.
Şairin, halk şairlerinden farklı olarak dizeleri küçük
harfle başlatması ve noktalama işaretlerini kullanması da biçimsel yenilikler
olarak görülebilir.
Tersinleme yoluyla taşlamalarını güçlendiren ve mizahi dili
şirine yediren dörtlüklerden ikisi şöyle:
CER
ZALİM
cerciydik eskilerde şimdi artık varsılız. çektiğiniz acılar asla gitmez
boşuna.
halk bize mühür verdi biz artık iktidarız. doğruları söylemek gitmez onun hoşuna.
oylarımız artıyor yoksulları soydukça, her zalim kendisini pay-ı dar
sanır dostum,
selam sana cehalet biz sana minnettarız. tavşan gibi korkaktır bakmayın
duruşuna.
“Cer” şiirinde tersinleme ya da karamizah diliyle
sömürü-cehalet ilişkisini ustaca veren şair, “Zalim”de ise sömürgenin
acımasızlığının, aslında korkaklığından (iktidarı kaybetme) geldiğini ortaya
koymuştur. Aslında bu korkuyu yenen halkın, sömürü ve zulme son verebileceğinin
de altı çizilmiştir.
Parça-bütün diyalektiğini ve toplumun öncülerine düşen
sorumluluğu dile getiren şu dörtlüğü, eğitimcilerin de rehber edinmesini
söylemek, yanlış olmaz herhalde…
KÖR
âmâ doğmuşsa biri, yanlışlık körde değil.
özünüz körelmişse, bakmanız görmek değil.
suçlayacaksan eğer, kervanı suçla dostum,
sakın kızma eşeğe, suç sizde; onda değil.
Mehmet Ercan’ın siyasette ve edebiyatta bilinen
kişiliklerle ilgili taşlamaları da dikkat çekmektedir. Onlardan ikisini burada
örneklemek istiyorum.
İSMET
ÖZEL
YEŞİL
şiirin militanıydı kendisi. cem ersever, mahmut yıldırım
şimdi nerdeler?
hızlı koştu tez yoruldu kendisi. suçsuzlarımızı gönderdikleri
yerdeler.
en çok gürültüyü o çıkarırdı, büyük sevda büyük
acılarla kazanılır,
solda pişti sağa düştü kendisi. inanın dostlar, kaybedeni de
kaybederler.
Bilindiği üzere 1960’lı yıllarda İsmet Özel, toplumcu
gerçekçi şiirimizin genç önderlerindendir. 12 Eylül sürecinde İslamcı,
şimdilerde ise Türkçü bir çizgide “şiir kıvıran” İsmet Özel’i, “solda pişip
sağa düşen” bir dönek olarak betimlemektedir Mehmet Ercan. “Şiirin militanıydı”
sözüyle de bir zamanların, 1975-76 yıllarında Ataol Behramoğlu’nun sahipliğinde
çıkan “Militan” başlıklı edebiyat dergisine de gönderme yapıldığını söyleyebiliriz.
“Yeşil” şiiri ise, Türkiye’de “faili meçhul” konusu gündeme
geldiğinde akla ilk gelen katliamcılardan biri de Mahmut Yıldırım’dır.
Kimilerince halen yaşadığı söylenen “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım ve
kontr-gerillanın önemli adamlarından asker kökenli Cem Ersever gibi siyasi
katliamcılar üzerinden şairin,
“kaybedeni de kaybederler” gerçeğine dikkat çekmesi önemlidir. Bu şiirleri
yazabilmek için de dönemi çok iyi kavramış ve doğru bir çözümleme yapmış olmak
gereklidir. Ayrıca bu dörtlüklerde “hızlı düştü tez yoruldu” halk söylemiyle
dize kurulurken, “büyük sevda büyük acılarla kazanılır” dizesinde zengin bir
hikemi söyleyiş vardır.
Emekçi halklar var oldukça, halk şiirinin de ölmeyeceğini,
o halkın içinden çıkıp gelen çağdaş halk ozanları bu şiirleriyle
göstermektedir. Dolayısıyla bu geleneği geleceğe taşıyacak olan şiir özünü
yenilediği kadar, biçimsel bakımdan da geliştirilmelidir.
Müslüm Kabadayı
Müslüm Kabadayı
[1] Ezeli Doğanay, Hal
Ozanlığı Öldü mü?, Ayyıldız Yayınları,
I. Baskı, Mart 2011, s. 14
[2] A.g.e., s.19
[3] Mehmet Ercan,
“Aforizmalar”, www.insanokur.org, 31
Mart 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder