11 Nisan 2012 Çarşamba

HALK OZANLIĞININ VAROLUŞ BİÇİMİ VE ÇAĞDAŞ BİR ÖRNEK


“Bir ulusun türkülerini yakanlar, kanunlarını yapanlardan güçlüdür.” denir. Bir bakıma halk şiiri denince akla ilk gelen “türkü” olduğundan, modern şiir yazan ustalardan bazıları da “türkü” üzerinden değerlendirmişlerdir.
Bedri Rahmi Eyüboğlu, “Ne zaman bir köy türküsü dinlesem/ Şairliğimden utanırım” dizeleriyle özellikle çok etkilendiği trajik bir aşk ve dostluk ilişkisini konu edinen “Kâzım’ım Türküsü”nü öne çıkarır.
Nâzım Hikmet ise “Bu dünyada yiyip içtiklerimin, gezip tozduklarımın/ görüp işittiklerimin, dokunduklarımın, anladıklarımın hiçbiri/ hiçbiri, beni bahtiyar etmedi türküler kadar” diyecek kadar, “Sevdim insanlardan çok türkülerini” dizesinde yoğunlaştırdığı sahiciliği ve yaşamın tüm renklerinin beyaza dönüşümünü önemsemiştir.
Burada, Cemal Süreya’nın “folklor şiire düşman” yaklaşımının, kendisinin birçok şiirinde folklorik öğeleri dönüştürerek kullanmış olması nedeniyle modern şiirin de halkbilimi kaynaklarından beslendiğine dair çokça değerlendirme daha önceleri sıkça yapıldığından, ayrı bir tartışma başlığı açmaya ihtiyaç duymuyorum. Bu konuda en yeni yayınlardan biri olan Ezeli Doğanay’ın “Halk Ozanlığı Öldü Mü?” adlı yapıtına kısaca değinmek istiyorum. “Toplumcu halk şiirimizin öncülerinden” sayılan ozan, yıllar önce Mehmet Fuat Köprülü’nün ortaya attığı “Halk şiiri, gelişen teknik karşısında toplumdaki yerini yitirecek, bunun yaratıcıları ozanlar da silinip gidecekler.” görüşünü şöyle eleştirir: “Bunun (halk şiirinin) yaratıcıları kim? Halk değil mi? Halk mı silinip gidecek? (…) Aşık şiiri ölmedi, ölmez de. Tam tersine hem divan şiirini hem de serbest dizeli şiiri beslemiştir.”[1]   Halkı, sömürücü olmayan kesimleri ve doğrudan doğruya üreticileri içeren bir kavram olarak gören Ezeli Doğanay, “Çağdaş halk ozanı da halkın sesi, kulağı ve onun ezgileriyle bütünleşen şiirsel dünyanın anahtarıdır.” demektedir. Üzerinde durmak istediğimiz de bu “anahtar”dır. Doğanay, bu “anahtar”ın temel niteliğine de şöyle açıklık getiriyor: “Amacımız; altmışlı, yetmişli yıllarda halk şiirinin genel yapısını kırıp ona çağdaş bir öz, yüz kazandıran Aşık İhsani’nin görevini yüklenmektir. Burada da dikkat edeceğimiz bir olay var; toplumcu gerçekçiliğin sınırlarını iyi kavramış, şiirini daraltmayan, kısırlaştırmayan, kuru yavan sözcük yığınına indirgemeyen, aynı zamanda olaylara, olgulara diyalektik tarihsel materyalist açıdan bakan, birikimi bilinci yadsımadan onu ustalıkla şiirine aktarmaktır, yazmaktır.”[2] Tam da bu açılıma denk düşen, bir karşılaştırmayı Ezeli Doğanay’ın, kendisinden dört yüzyıl önce yaşamış Alevi-Bektaşi kültürünün önemli ozanlarından taşlama ustası Kazak Abdal’ın bir şiiriyle “deyişme” yapar. Bu deyişmenin bir dörtlüğünü örneklemek istiyorum.

Kazak Abdal  :  Aslında, neslinde giymemiş hare
  İş gelmez elinden gitmez bir kare
  Sandığı gömleksiz duran mekkâre
  Bedestene gelir kaftan beğenmez

         Ezeli Doğanay:  Varsın da giymesin atlas libası
Çul beli eder mi yürekte hası
Ter ile sulandı köylü tarlası
Senin beyler ayyaş hep keşti Kazak

“Şalvarı şaltak Osmanlı”nın dört yüzyıl önce Anadolu halkına angaryayı, zulmü dayattığı zamanda Romanya’daki Türkmenlerden olan Kazak Abdal’ın yoksulları hakir gören şiirine karşı Ezeli Doğanay’ın, toplumcu bakış açısıyla köylünün alın terini ve emekçilerin yüreğinin hasını öne çıkaran dörtlüğünü karşılaştırmak mümkün. İşte bu olay ve olguları tarihsel ve diyalektik materyalist bir yöntemle kavrayıp şiir okuna dönüştürmenin örneklerinden biri. Dünya’da ve ülkemizde emperyalist-kapitalist sistemin gerçekleştirdiği büyük talana ve halkın aldatılmasına dayanan sömürüsünün iç yüzünü deşifre eden, emekçi halkın köreltilmek istenen bellek ve bilincini ışıtan şiirlerin, halk şiiri biçimlerinden yararlanarak modern bir söylemle ortaya konması gerekmektedir. Günümüzde bu doğrultuda şiirler kaleme alan şairlerden biri de Mehmet Ercan’dır.   
Mehmet Ercan; 1957’de Konya-Kulu’ya bağlı Zincirlikuyu köyünde doğmuş, yükseköğrenimini zorunlu nedenle bırakıp köyüne dönmüş, bir yandan tarım ve hayvancılıkla uğraşarak ailesinin geçimini sağlarken diğer yandan da “şiirin hası”nı doğa-toplum diyalektiğinden çıkarmaya çalışmıştır. Modern ve halk şiiri geleneğinden beslenen şiirleri yerel ve ulusal dergilerde yayımlanan şairin, bir kaide üzerine üç sütun biçiminde oturan dizeleme biçimiyle “dirgen şiir” olarak kavramlaştırdığım ürünleri, kentli şairlerin şiir çentiklerine çapraz bir yay çizmiştir. Onun, “Şiirin namusu, şairinden sorulur.” özdeyişiyle ifade ettiği, şairin hayatının şiire nasıl dahil olduğuna dair vurguya, aynı zamanda şairlerin bir başka işlevine dair şu sözünü de ekleyebiliriz: “Şairler, dil işçileridir halkların; sözcüklerden, barış köprüleri kurarlar ülkelere.”[3]
Onun halk şiiri geleneğinden beslenen şiirlerinden, son dönemde öne çıkan taşlamalarını burada örneklemek istiyorum. Olay, durum, görüş ve kişilerle ilgili kaleme aldığı bu taşlamalar, çağdaş halk ozanlarının kendilerini nasıl geliştirmeleri gerektiğine dair de ipuçları taşımaktadır. Özellikle güncel olayların, toplumsal dönüştürmelerin, siyasi kişiliklerin toplumcu eleştirisinde, süreci çok iyi gözlemlemek kadar, bu konuda üretilen metinlere de vakıf olmak gerektiği anlaşılmaktadır. Türkiye’de AKP iktidarıyla başlayan ve benim giderek “parlamenter faşizm”e evrildiğini belirttiğim “neoliberal” ve “islamofaşist” uygulamaların, hangi kavram ve olgularla ilişkili olduğunu dile getiren şu şiirlerini okuyup irdeleyelim.

       MONŞERLERLE MOŞELER                                        RÜZGARGÜLÜ

monşörlerin zulmünden halk çekti onca zarı.          rüzgargülüne benzer belli olmaz yönleri.
ceddimizin şeyine yağdırdı nice karı.                      arama yobazlarda ahlaki değerleri.
onlardan kurtulduğumuzu sanırken dostlar,            hades’tir yoldaşları, sırdaşları karanlık,
çıkıp da gelmesin mi moşe’nin simonları?              kıbleleri pentagon, israil kâbeleri.

Bu iki şiirde de hem tarih bilgisi hem de mitolojik unsurlar dikkat çekmektedir. Bir kez, “Moşe’nin Simonları” nitelemesi, uluslar arası siyasette “Siyonizm”i betimlemektedir ve Türkiye’de kimilerince “Erguvaniler” olarak da adlandırılan ve “Haliç’e egemen” olan büyük sermayeyi, gizli seçkinleri de kapsamaktadır. Bunların bilgisine vakıf bir ozanın ancak kurabileceği bu dörtlükle Mehmet Ercan, çok önemli bir siyasi-ekonomik süreci, argoyu da kullanarak eleştirmiştir. Diğer şiirde geçen “Hades”, Yunan mitolojisinde “yeraltındaki ölüler ülkesi”nin tanrısıdır. “Görünmez” anlamına gelen Hades, bunun için bir başlık takmaktadır. Bir bakıma günümüz Hades’lerinin emperyalizmin taşeronu ve kapitalizmin baronu olduklarını halktan gizlemek için türbanı kullanmaları gibi. Bunların kıblelerinin “Pentagon” ve kâbelerinin “İsrail” olduğunun vurgulanması da, dünya siyasetinin nasıl işlediğini bilmeyi gerektirir. Bu iki dörtlükle şair, uzun makale, hatta kitaplarla değerlendirilen bir dönemi ortaya koymuştur. Bir zamanlar Aziz Nesin’in “Büyük Grev” öyküsüyle ekonomi-politik yapması gibi.
Şairin, halk şairlerinden farklı olarak dizeleri küçük harfle başlatması ve noktalama işaretlerini kullanması da biçimsel yenilikler olarak görülebilir.
Tersinleme yoluyla taşlamalarını güçlendiren ve mizahi dili şirine yediren dörtlüklerden ikisi şöyle:       
                     CER                                                                   ZALİM
cerciydik eskilerde şimdi artık varsılız.                 çektiğiniz acılar asla gitmez boşuna.
halk bize mühür verdi biz artık iktidarız.               doğruları söylemek gitmez onun hoşuna.
oylarımız artıyor yoksulları soydukça,                  her zalim kendisini pay-ı dar sanır dostum,
selam sana cehalet biz sana minnettarız.                tavşan gibi korkaktır bakmayın duruşuna.

“Cer” şiirinde tersinleme ya da karamizah diliyle sömürü-cehalet ilişkisini ustaca veren şair, “Zalim”de ise sömürgenin acımasızlığının, aslında korkaklığından (iktidarı kaybetme) geldiğini ortaya koymuştur. Aslında bu korkuyu yenen halkın, sömürü ve zulme son verebileceğinin de altı çizilmiştir.
Parça-bütün diyalektiğini ve toplumun öncülerine düşen sorumluluğu dile getiren şu dörtlüğü, eğitimcilerin de rehber edinmesini söylemek, yanlış olmaz herhalde…

                 KÖR
âmâ doğmuşsa biri, yanlışlık körde değil.
özünüz körelmişse, bakmanız görmek değil.
suçlayacaksan eğer, kervanı suçla dostum,
sakın kızma eşeğe, suç sizde; onda değil.

Mehmet Ercan’ın siyasette ve edebiyatta bilinen kişiliklerle ilgili taşlamaları da dikkat çekmektedir. Onlardan ikisini burada örneklemek istiyorum.

          İSMET ÖZEL                                                  YEŞİL
şiirin militanıydı kendisi.                            cem ersever, mahmut yıldırım şimdi nerdeler?
hızlı koştu tez yoruldu kendisi.                   suçsuzlarımızı gönderdikleri yerdeler.
en çok gürültüyü o çıkarırdı,                       büyük sevda büyük acılarla kazanılır,
solda pişti sağa düştü kendisi.                     inanın dostlar, kaybedeni de kaybederler.

Bilindiği üzere 1960’lı yıllarda İsmet Özel, toplumcu gerçekçi şiirimizin genç önderlerindendir. 12 Eylül sürecinde İslamcı, şimdilerde ise Türkçü bir çizgide “şiir kıvıran” İsmet Özel’i, “solda pişip sağa düşen” bir dönek olarak betimlemektedir Mehmet Ercan. “Şiirin militanıydı” sözüyle de bir zamanların, 1975-76 yıllarında Ataol Behramoğlu’nun sahipliğinde çıkan “Militan” başlıklı edebiyat dergisine de gönderme yapıldığını söyleyebiliriz.
“Yeşil” şiiri ise, Türkiye’de “faili meçhul” konusu gündeme geldiğinde akla ilk gelen katliamcılardan biri de Mahmut Yıldırım’dır. Kimilerince halen yaşadığı söylenen “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım ve kontr-gerillanın önemli adamlarından asker kökenli Cem Ersever gibi siyasi katliamcılar  üzerinden şairin, “kaybedeni de kaybederler” gerçeğine dikkat çekmesi önemlidir. Bu şiirleri yazabilmek için de dönemi çok iyi kavramış ve doğru bir çözümleme yapmış olmak gereklidir. Ayrıca bu dörtlüklerde “hızlı düştü tez yoruldu” halk söylemiyle dize kurulurken, “büyük sevda büyük acılarla kazanılır” dizesinde zengin bir hikemi söyleyiş vardır.
Emekçi halklar var oldukça, halk şiirinin de ölmeyeceğini, o halkın içinden çıkıp gelen çağdaş halk ozanları bu şiirleriyle göstermektedir. Dolayısıyla bu geleneği geleceğe taşıyacak olan şiir özünü yenilediği kadar, biçimsel bakımdan da geliştirilmelidir.

Müslüm Kabadayı


[1] Ezeli Doğanay, Hal Ozanlığı Öldü mü?,  Ayyıldız Yayınları, I. Baskı, Mart 2011, s. 14
[2] A.g.e., s.19
[3] Mehmet Ercan, “Aforizmalar”, www.insanokur.org, 31 Mart 2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder