21 Mart 2012 Çarşamba

Edebiyatla Siyaseti Sevgide "Yoğunluk"lu Kılan Bir Kalem: Mikail Erdil'i Hatırlamak

Dostluk, defne gibi yaprağı hep yeşil kalan ve mücadelede zafer kazananların alınlarını taçlandıran bir
içtenlik bağıdır. Altının yere düşmekle kirlenmeyeceği gibi gerçek dostluk, aradan yıllar geçse de sevgi
ve güveni yeniden harlayan bir duyarlıktır.
Mikail Erdil’le çalışma koşullarımız nedeniyle kesintiye uğrasa da 15 yıl süren bir dostluğumuz oldu.
1985’te Ankara’da tanışmamızla başlayıp 2000’de ölümüne kadar süren fiili süren ilişkimiz, sonraki
yıllarda anıların canlı tutulması, edebi ve siyasal alanda gündemde tutulmasıyla devam etti. Ancak,
birçok yetenekli insan ve nitelikli ilişki gibi Mikail Erdil’in üretimleri, toplu bir çalışmanın sonucu
olarak yapıtlaştırılıp gün ışığına çıkarılamadı. Bu noktada dostluğun vefayla taçlandırılamaması
bakımından kendimi de sorumlu tutuyorum. Peki, niye böyle bir tabloyla karşılaşıyoruz’
Doğrusu, bu sorunun ayrıntılarıyla değerlendirilmesi, başlı başına bir yazının konusu. Ancak, şu
bağlantı cümlesiyle böyle bir çalışmaya da kapı aralayarak, birçok alanda olduğu üzere edebiyat
dünyasında da neden bir vefasızlığın egemen olduğunu, Mikail’in konumundan yola çıkarak şöyle
değerlendirmekte yarar var: Kapitalizm koşullarında o denli parçalanmış hayatlar var ki, bu
parçalanmışlığın önüne geçen bir kurumsallaşma, ilişki ağı ya da arşivcilik geleneği yaratamamışsanız,
vefalı insanların özel çabalarına, olanaklarına kalmışsınız demektir. Örneğin, TÜSTAV kurulmamış
olsaydı, Türkiye sosyalist hareketinin önemli belgeleri, tarihsel kişiliklerin yanında anı ve belgeleri
bulunan diğer kişilerin yapıtları gün ışığına çıkamayacaktı. Ülkemizde son yıllarda bunun önemi fark
edildiği için bu türden oluşumların gündeme gelmesini sevinçle karşılamakla birlikte, güçlenmeleri ve
yayınları başta olmak üzere etkinliklerinin yaygınlaşması için ortaklaşmacı mücadelenin yükseltilmesi
gerektiğini düşünüyorum.
Açık söylemek gerekirse Mikail Erdil’in bir dönem siyasal mücadelede bulunduğu örgütsel geleneğinin,
gerek kapsamlı arşiv oluşturma, gerekse üye ve dostlarının üretimlerini gün ışığına çıkaracak bir yayın
yapma politikası olmadığından, bugüne kadar onunla ilgili kapsamlı bir çalışma yapılamamıştır. Öyle
ki, bırakalım yayın yapılmasını bu geleneğin ‘Kaybettiklerimizi Anıyoruz’ etkinliği için ad saptaması
yaparken, benim bilgilendirmem dışında onun hatırlanmaması da düşündürücü olmuştur. Bu basit bir
sorun olarak algılanamayacak kadar önemlidir ve siyasal tarihimiz yanında kültürel değerlerimiz
bakımından mutlaka aşılarak geleceğe nitelikli bir miras bırakmak için ‘sevgisizlik’i yenip ‘dostluk
kurma’yı temellendirmemizi zorunlu kılmaktadır.
DTCF’de öğrenciyken, Tiyatro Bölümü’ne öğrenci olarak gelen Mustafa Yavaş’la tanışıp dostluk
kurmaya başladığımızda 12 Eylül karabasanı ülkemize çökmüştü. Bir yandan toplum işkence başta
olmak üzere yoğun baskı araçlarıyla zapturapt altına alınmaya çalışılırken, diğer yandan öğrenci
gençlik olarak 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası’na ve yeni kurulan YÖK’e karşı kendi çapımızda
mücadele yürütmeye çabalıyorduk. Bunun ilk bedelini Mamak Cezaevi’nde üç ayı aşkın tutuklu kalarak
öderken, ardından da ülkemiz için yüz karası uygulamalardan biri olan ‘güvenlik soruşturması’
nedeniyle 5 yılda öğretmenlik hakkımı kullanamamıştım. Mustafa Yavaş, yanılmıyorsam 1983’te
Kıvılcım Vafi ve Murat Koçak’ın da içinde bulunduğu genç kalemlerle bir arayış içine girmişler, ‘Nitelik
Derleme’ başlığıyla yayın çıkarmaya başlamışlardı. Sıhhiye’deki Sağlık ya da Halk Sokak’taki
bürolarına gitmiş, onlarla tanışmıştım ama askerlik nedeniyle Ankara’dan ayrıldığım için sağlam bağ
kuramamıştım. 1985’te tekrar Ankara’ya geldiğimde Gölbaşı’nda elektrik mühendisi arkadaşım
Şemsettin Dertli’yle çalışmaya başlamış, diğer yandan da Mustafa Yavaş’la temas kurarak ‘Nitelik
Derleme’de yazan genç arkadaşlarla buluşmuştum. Mikail’le tanışmamız da bu buluşmaların birinde
gerçekleşmişti.
İçinin sevgi sıcaklığını sakin konuşması, derinden gelen kahkahasıyla dışa vuran Mikail’le kısa sürede
kaynaşmıştık. Toplantılarımızı daha çok Mustafa’ların Emek’teki evlerinde, Kıvılcım Vafi’nin çalıştığı
bilgisayar şirketinde, bazen de Gölbaşı’ndaki çay bahçelerinde yapıyorduk. Çalışma koşullarımın
zorluğu ve gece Gölbaşı’na dönmenin olanaksızlığı nedeniyle haftada bir aralarına katıldığım bu güzel
insanlarla bazen Bayındır Sokak’taki Büyük Ekspres’te oturduğumuz, yazdıklarımızı paylaştığımız,
hatta yan masalardan katılımlarla sanat ve siyaset üzerine yüksek sesle tartıştığımız olurdu. Doğrusu,
25 yıl sonra o sahneleri anımsadığımda o sohbet ve tartışmalardan çok şey öğrendiğim kadar, öyle
mekanlara bugün de yabancı kaldığımı belirtmeden geçemeyeceğim. Farklı düşünenler olabilir, alanı
ve içeriği ne olursa olsun, ortaklığa dayanan her türlü faaliyetin dingin ve disipline edilmiş kafalarla ve
buna uygun ortamlarda tartışılarak uygulamaya dönüştürülmesini hep önemsedim. Eğlenme ve
muhabbet ortamıyla karıştırılmamasına hep özen gösterdim. Mikail’le ortaklaştığımız noktalardan biri de buydu.
1985 sonlarında hemfikir olduğumuz arkadaşlara Ankara’dan Hürriyet Bağcı, Mehmet Bıçak da
katılmıştı; Mikail, Dokuz Eylül Matematik Bölümü’nde okuduğundan (sanıyorum bir dersi kalmıştı)
İzmir’den tanıdığı Cevat Akkanat, Mehmet Pekel arkadaşlarından yazılar getiriyordu. Sanat
anlayışımız ve ürünlerimizde seçtiğimiz konularla bunları işleyişimiz, dil özenimiz temel noktalarda
ortaklaştığı için bir yayın çıkarmaya karar verdik. Kıvılcım Vafi’nin önerisi ve bizlerin katkılarıyla
yayının ‘Yaşamın Tüm Birimlerinde Yoğunluk Sanat Kitabı’ adıyla çıkmasında hemfikir olduk. Bir
yandan ürünlerimizi değerlendirirken diğer yandan da basım koşullarını yaratma çabasındaydık.
Matbaacı dostlarımın Karanfil Sokak’ta kurdukları Büro 86’yla anlaşarak ilk sayımızı 1986 Kış sayısı
olarak edebiyat dünyasına kazandırdık. Aynı yılın haziranında ‘Yaz’, ekiminde de ‘Güz’ sayılarını
yayımladık. Şiir, öykü ve denemelerin yer aldığı bu sayılarda Mikail Erdil, Mustafa Yavaş, Cevat
Akkanat, Hürriyet Bağcı, Mehmet Bıçak, Müslüm Kabadayı, Ayşegül Peldek, Mehmet Pekel, Besim
Çalışkan, Kıvılcım Vafi ve Murat Koçak yer aldılar.
‘Yoğunluk’ ekibinin bir yılı aşkın süren düzenli toplantı ve buluşmalarında tartışılan ve konuşulanları
not tutuyorduk ama bunlar nerede kaldığını bilemediğimizden, şimdi yararlanmadığımız için
üzgünüm. O zaman da arkadaşlarıma bunun önemini hatırlatıyordum, edebiyat tarihi açısından bu
notların, yazılarla ilgili yapılan değerlendirmelerin mutlaka arşivlenmesi gerektiğini söylüyordum.
Benim tuttuğum arşiv birkaç kez yağmalandığı için o dönemden hiçbir belgeye ulaşamamanın acısını
duyuyorum. Ulaştığım dostlarımın da benden farklı bir konumda bulunmadıklarını biliyorum. O
nedenle daha sonra böyle faaliyette bulunduğumuz Trabzon’daki ‘Katılım Emek-Sanat’, Antakya’daki
‘İnsancıl Güney Bülteni’ ve ‘Amik’, Adana’daki ‘Lül’, Ankara’daki ‘Edebiyat Sanat ve Eğitimde
Yoğunluk’ dergi çalışmalarımızın kimi belgelerini korumayı başarabildim. Bu çalışmalarda yer alan
diğer arkadaşlarımızın da arşiv tuttuklarını biliyorum. Keşke, ülkemizde güvenilir ve kapsayıcı bir
edebiyat müzesi olsa da ülkenin her noktasında çıkan bu yayınların tüm arşivi orada toplansa; böylece
hem araştırmacıların hem de yeni kuşağın bu birikimlerden yararlanmaları kolaylaştırılsa.
Başa dönecek olursam, 1985’te başlayan dostluğumuz; benim Trabzon ve Hatay’da, Mikail’in de
Zonguldak ve İzmir’de öğretmenlik yapmamız nedeniyle kesintili sürdü. Ancak içimizde dostluk ateşi
hep közlüydü, hiçbir zaman küllenmedi; her buluşmamızda sımsıkı sarılır ve saatlerce konuşurduk.
Şiirlerini, yazılarını bir kitap haline getirmesini telkin ederdim; ancak kişiliğiyle örtüşen bir
yazdıklarını dağıtma tavrı vardı. Çok az üretirdi ama sağlam bir çatı kurardı üretimleriyle. Yıllar sonra
kardeşi Pervin ve eşi Ayşegül’le bağlantı kurabildiğimde çok sevinmiştim. Yayımlanmamış yazılarına,
şiirlerine daha çok ulaşma umudum güçlenmişti. Ayşegül, onun ‘Yazı’ başlıklı şiirini gönderdi. Hem bu
şiirdeki ‘yıkım ve yalnızlık’a başkaldırı, hem de ‘yaşamın Tüm Birimlerinde Yoğunluk Sanat Kitabı’nın
ikinci sayısındaki ‘Sırık’ başlıklı yazısını giriş bölümündeki ‘Siz! Özgürlük istiyorsunuz!’... Her şeyin
ederi beş kuruş. Alın size düşleriniz kadar şapka. Giyin gezin sokaklarda. Gönüllü er yazdılar sizi de
yarın çıkacak savaşa.’ cümleleri, onun niçin yazdığına işaret ediyor. Matematik eğitimi almış bir şair-
yazar olarak, ‘denge’nin kurulma ve bozulma noktalarını dille de iyi kurduğunu bildiğim onun, tüm şiir
ve düzyazılarını bir araya getirdiğimizde ona vefalı olabileceğimizi düşünüyorum. Yakınları ve
dostlarının elinde bulunanları haber vermesiyle işe başlayabiliriz. Böylece pratik zamandan teorik
zamana geçirebiliriz Mikail Erdil’le dostluğumuzu’


YAZI



Al yaz beni tüm düşmanlarının
tüm korkularının
geçmişsizliğinin ve acılarının yerine
vahşetin ve kıyametin yerine yaz beni
Kötü yürekli devlerin
canavarların
vahşi kapitalizmin yerine yaz
Yaz beni
uzaklıkların
oralarda olamamanın yerine
Senin için öleceğim yarın


Dokunamamanın yerine
dokunulamamanın yerine
düşlerine yaz
hiçbir zaman bağışlamayan zamanın yerine
hiçbir zaman gelmeyecek olanın yerine
hiçbir zaman olmayacak olanın yerine yaz


Aklın egemenliğine yaz
ve kültürün
bilmenin yerine yaz
ve bilmemenin
Aşkın bilgisine
aşkın efsanelerine yaz
öldür beni
Zaman ancak böyle sürdürüyor kendini
Yıkımlarla da gelse
aydınlık olmalı sözlerin

Yıkımların tohumuyla büyüyen çocuk
elinden kurtulamadı şimdiye dek
ayaklananın bir kez bile
Kendin olarak öleceksin
Yalnız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder