26 Mart 2012 Pazartesi

Özgürlük Körebe oyununda kime hantuş

Nasıl ki yeni ve daha gelişkin teoriler, ‘somut durumun somut tahlili’ni öncüllerini de çok iyi
özümleyerek geliştiriliyorsa, insanların ve hatta toplumların konumlarını değerlendirirken
çocukluklarına, ilk evrelerine başvurmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Burada bunun
genetik, sosyolojik ve psikolojik boyutlarına derinlemesine dalacak değilim; özlü biçimde şunu
belirtmeliyim: Organizma ilk örneğinden doğal seçilimler ve bölünmeler yoluyla evrimleştiğine
göre, insan davranışları ve bilinçli eylemleri de çocukluktan (‘İlkata’ da diyebiliriz.) sıçramalarla
değişir/gelişir.
4,4 milyar yaşındaki Dünya’nın sudan karaya çıkan ilk canlılarının yaşını 600 milyon yıl
öncesine dayandığı, şu ana kadar ulaştığımız bilimsel veriler ışığında dile getiriliyor. 3,5 milyon
yıl öncesine tarihlenen insansı canlının da bugünlere evrimleşerek geldiğini dikkate aldığımızda,
doğadaki tüm canlıların ‘yaşama hakkı’nın en önemli düşmanının ‘doğal afetler’ olarak
kavramlaştırdığımız depremler, seller, buzul çağı, salgın hastalıklar vd. olduğunu söyleyebiliriz.
Doğrusu, bilimsel incelemelerde ‘ilkörnek’le yaşayan ‘sonörnekler’ arasındaki ilişkilerin
benzerlik ve ayrılık oranlarını, genetik çalışmaların bu denli zenginleştiği günümüzde saptamak
daha da kolaylaştığı bilindiğine göre, insan türünün davranışlarıyla ilgili antropolojik ve sosyo-
psikolojik incelemelerin bu veriler üzerinden değerlendirilmesi daha anlamlı olacaktır. İnsanın
toplum yaşamını geliştirmesi, ‘ilktoplum’ biçiminden köleci, feodal, kapitalist, sosyalist ve
sonunda ‘eşit ve özgür bireylerin kurduğu gelişkin toplum’ olan komünizm süreçlerini
izlediği/izleyeceği değerlendirmeleri çerçevesinde şu soru önemlidir: Doğal birikimi ve eylemli
bilinciyle karmaşık ve zengin kültürler yaratan insan, geliştirdiği en önemli niteliklerinden biri
olan ‘özgürlük’ünü nasıl gerçekleştirecektir’
Doğrusu bu sorunun yanıtını oluştururken, başta vurguladığım ‘İnsan davranışları ve bilinçli
eylemleri çocukluktan (‘İlkata’ da diyebiliriz.) sıçramalarla değişir/gelişir.’ tezimin temelini
oluşturan bilimsel çalışmalara başvurmakta yarar görüyorum. Biraz uzun olacak ama
22.11.2011’de www.sol.org.tr’de yayımlanan ‘Atalarımız Elli Milyon Yıl Önce Sosyalleşti’ başlıklı
haberde yer alan bilgileri paylaşmak istiyorum. Bu bilgilerin kaynağı ise şöyle: Stepwise
evolution of stable sociality in primates, Susanne Shultz, Christopher Opie & Quentin D.
Atkinson,Nature, 479,219’222, 10 November 2011
‘Primat türleri, sosyal yapıları açısından büyük çeşitlilik sergiliyorlar. Savana babunu ve şebek
gibi kimi türlerde düzinelerce, bazen yüzlerce erkek ve dişi bir arada yaşıyor, birden çok bireyle
çiftleşmek yaygın. Gibonlarda ve marmoset gibi Yeni Dünya maymunlarında ise tek eşlilik daha
yaygın. Gorillerde ve Arap babunlarında tek erkek ve çok dişili haremler hakim. Şempanze ve
bonobolarda ise bireyler ve küçük gruplar zaman zaman bir araya gelerek büyük gruplar
oluşturup, sonra yeniden dağılabiliyor. Hem soyağacı hem fosil verileri, 60 milyon yıl öncesine
kadar primatların gececi, iri gözlü, küçük beyinli ve çoğunlukla yalnız yaşayan yaratıklar
olduğuna işaret ediyor. Günümüz Madagaskar'ına mahsus makimsiler (lemurgiller), bu
açılardan o dönemin atasal primatlarını andırıyorlar. Sonuçlara göre, 50-60 milyon yıl öncesi bir
dönemde, atasal primatların maymun ve insanı kapsayan kolu, yalnız yaşamdan sosyal grup
halinde yaşama geçtiler. İlginç olan, bu değişimin gece yaşamından gündüz yaşamına geçişe eşlik
etmesi. Nitekim pek çok türde canlılar, avcılara karşı kendilerini grup halinde savunurlar.
Gündüzcü türlerin avcıları da daha çok olduğundan, gündüzcülüğe geçen türlerde sosyalliğin
evrilmesi beklenebilir. Makalede bahsedilmeyen bir nokta ise bu geçişin, dinozorların 65 milyon
yıl önce soylarının tükendiği dönemi takip etmesi. Yani gündüzcülüğe geçişin kendisi de,
dinozorların baskısının ortadan kalkmasıyla ilgili olabilir. Çalışma, günümüz primatlarında
yaygın görülen tek erkekli (harem) ve tekeşli yapıların ise çok daha sonra, 15 milyon yıl kadar
önce ortaya çıktığını buldu. Yani önce büyük sosyal gruplar halinde yaşam. Küçük eş
gruplarından oluşan yapılar ise daha sonra ortaya çıktı. Bu değişim birden fazla defa, birden
fazla soyda gerçekleşti. Bu sonuç da, karmaşık sosyal yapıların evrimin tedrici bir süreç
olmadığına ve sıçramalar halinde yaşandığına işaret ediyor. Makaleye göre, sosyalleşen primat
türleri yalnız yaşama geri evrilmiyorlar. Öte yandan soylar içinde bir tip sosyal yapı, yerini bir
diğerine bırakabiliyor. Örneğin katı sosyal bağlara ve hiyerarşilere sahip soylarda, daha sonra
gevşek
yapılar evrilebiliyor. Elbette bu değişimler milyonlarca yıl sürüyor.
Bu çalışma, insanda sosyal yapı çeşitliliğini açıklayabilir mi’ İnsanda, tek bir tür içinde büyük bir
sosyal yapı çeşitliliği görüyoruz. Çevresel, sosyo-ekonomik ve rastlantısal süreçlere bağlı olarak
dar veya kalabalık grupların, çokeşli veya tekeşli, kadın-egemen veya erkek-egemen yapıların her
birine örnekler mevcut. Ancak insanda bu sosyal yapı çeşitliliği katılımsal (genetik) değil,
kültürel kanallarla aktarılıyor. Bu da sosyal yapılar arasında çok hızlı değişime olanak tanıyor.
Bu çalışma da primat evriminde, gündüzcülüğe geçiş ile sosyallik arasında, daha önce tahmin
edilen bağlantıyı verilerle desteklemiş oldu. Ayrıca primat sosyal yaşamlarının çok esnek olduğu
ve farklı ekolojik koşullara hızla uyarlanabildiği fikrinin geçersiz olabileceğini gösterdi. Nitekim
yakın akraba olan türler -farklı koşullarda dahi yaşasalar- benzer sosyal yapılar gösteriyorlar. Bu
da primat türleri arasında görülen farklı sosyal yaşam tiplerinin kalıtımla belirlendiğine ve yavaş
evrildiğine işaret ediyor. Elbette bu evrimsel örüntü, insan toplumları arasındaki farklılaşmayı
açıklamıyor.’
Bu bilgilerde dikkat çeken önemli unsur, ‘Ancak insanda bu sosyal yapı çeşitliliği kalıtımsal
(genetik) değil, kültürel kanallarla aktarılıyor.’ saptamasıdır. Bir parçası olduğu canlıların
biyolojik evriminden farklı olarak insan, kültürel bir evrim de yaşamaktadır. Son yıllarda
primatlar üzerinde karşılaştırmalı araştırmalar yaygınlaşmaktadır. Bu araştırmalardan birinde
ortaya konan bulgu, beynin bölümlerinin (lobların, korteksin) gelişimlerindeki farklılaşmayla
ilgilidir. Bu açıdan şempanzenin görsel korteksinin daha gelişkin olması, onun araç yapma ve
kullanma yeteneğini geliştirmesine bağlanmaktadır. Aynı biçimde ‘bonobolarda daha iri olan
beyin bölgeleri arasında amigdala-korteks (ön beynin, düşünce, hafıza, bilinç gibi karmaşık
faaliyetlerle ilgili dış kabuğu) bağlantıları, ayrıca korteksin ön insular ve ön singulat kısımları da
bulunuyordu. Amigdala gibi bu bölgeler de duygusal işlevlerle, özellikle de empatiyle ilişkilidir.
Örneğin acı çeken birini gördüğünüzde bu bölgeler aktive olur.’ İnsanlara en yakın bu iki
canlının özelliklerinden yola çıkarak insan beyninin davranışlarla ilişkisine dair son dönemlerde
tartışmalı değerlendirme yapan sinirbilimciler ve psikologların ileri sürdükleri önemli verilerden
biri de, insanlar arasında siyasi eğilim farklarının da amigdala ve singulat korteks farklarıyla
bağıntılı olduğu iddiasıdır. Bu çerçevede özellikle sağ eğilimlilerin korku, sol eğilimlerin empati
bölgelerinin görece büyük olduğu yönündeki yayınlar ABD’de yaygınlaşmaktadır. Burada
ayrıntısına girmemizi gerektirmeyecek kadar çok başka örneklerden de anlaşıldığı üzere insanın
biyolojik evrimiyle kültürel evrimi arasında diyalektik bir ilişki olduğu ortadadır. Özellikle ellerin
kullanımındaki becerinin artmasıyla beynin davranışları yönlendiren bölümündeki dokunun
kalınlaşması, bu dokunun kalınlaşmasına koşut olarak da insanın becerilerinin giderek
zenginleşmesi arasındaki ilişki bunun çarpıcı örneklerinden biridir.
Hastalıklar başta olmak üzere insan biyolojisiyle ilgili çalışmaların temelini, son yıllarda genetik
araştırmalar oluşturmakta. Alzheimer hastalığına neden olan beta amiloidi, APOE adlı bir
proteinin temizleyebildiğini fare üzerinde deneyerek kesinleştiren bilim insanları, bu hastalığı
tedavi ederek insanın kaybettiği becerilerini yeniden kullanmasını sağlayabilecekler. Genetik
alanda yapılan bu anlamdaki doğa-insan-toplum ilişkisini daha sağlıklı ve verimli kılabilecek
çalışmalar kadar, GDO’da görüldüğü üzere canlıların yaşamsal formasyonlarını bozan
uygulamalar da söz konusudur. İşte tam burada insanın davranışsal ve fiziksel farklılıklarını
genlerle açıklamayı hedefleyen kestirmeci ya da indirgemeci yaklaşımların, aynı zamanda
‘eylemsel yetke’den ‘bilinçli eylem’ aşamasına sıçrayan insanın ‘özgürlük’ü için de sorun teşkil ettiğini
belirlemek gerekiyor. İnsanı anlamada genetiği başa koyan yaklaşımların, insanın toplumsallığı
ve çevrenin başat rolünü küçümsedikleri için yanlış, hem de ayrımcı ideolojilere malzeme
sunduğu için sosyal açıdan sorunlu olduğu ortada. Dolayısıyla insanın davranış ve düşüncelerini
anlamak için genlere değil, sosyal kuramları temel almak gerekmektedir. Diyalektik ve tarihsel
materyalist yöntemle insan ve toplum çözümlemesinin temel verilerine baktığımızda, insanı
giderek doğasından koparan ve kendisine yabancılaştıran temel çelişkinin üretim ilişkilerinden
kaynaklandığını rahatlıkla görmekteyiz. Mevcut dünya koşullarına baktığımızda, daha büyük
kârlar için sera gazlarının salınımı sınırını aşan sermaye sınıfı, küresel ısınmanın diğer
etkenleriyle birlikte, en temel haklardan biri olan canlıların yaşam hakkını bile tehlikeye
sokmaktadır. Son yıllarda bu tehlike nedeniyle bazı hayvan ve bitki türlerinin 1500 km kadar
kuzeye doğru ortam değiştirmek zorunda kalmaları, bunun çarpıcı bir sonucudur. Küresel
ısınma başta olmak üzere birçok nedenle doğamızda meydana gelen iklim değişikliklerinin,
böyle giderse canlı türlerinde % 80 oranında azalmaya yol açacağı belirtilmektedir. Böyle bir
dünyada ‘özgürlük’ün ne olup ne olmadığını değerlendirmek için çocukluğumuza, ‘ilkörnek’imize
gitmeyi öneriyorum.
Oyun yeteneği güçlü canlıların ‘gençsellik’ini yitirmedikleri ve bu çerçevede empati kurma,
yaşamı canlı kılma eğilimlerinin de geliştiği, primatlar üzerine yapılan deneylerde görülmüştür.
İnsanın oyun yeteneğinin doğal yaratıcılıkla geliştiği çocukluk döneminin, onun sınıfsal çelişki
ve çatışmaların kurbanı olmadığı koşullarda ne denli paylaşımcı ve geliştirici olduğunu gösteren
sayısız çalışma yapılmıştır. O dönemdeki özgürlüğün tadını, sınıflara bölünmüş toplumsallık
içine girdikçe yitiren her insanın, ‘Keşke çocuk kalsaydım!’ diyerek sık sık hayıflandığına tanık
oluruz; özellikle edebi türlerde bu durumu dile getiren şiirlerle karşılaşırız.
Piyasa ilişkilerinin pek girmediği köy ortamında geçen çocukluğuma baktığımda, doğal ortamın
olanaklarını özgürce kullandığımız oyunlarımıza kendi emeğimizle ürettiğimiz oyuncaklarımız
biçim verirdi. ‘Fışfış, küsküç, taş oyunları’ başta olmak üzere tüm oyunlarımızda herkes
yeteneğini, yaratıcılığını ortaya koyardı. Paylaşmayı bilmeyenler bir daha oyuna dahil edilmez,
bu konuda kendini yenileyene kadar soyutlanırlardı. Kimse, mülkiyet duygusuyla oyuna
katılmadığı için bir sonraki oyun zamanı dört gözle beklenirdi. Bu oyunlardan birinde,
Anadolu’da ‘saklambaç, körebe, ebegütmeç’ olarak adlandırılanında, ebeden önce gelip bellek
yapılan yere elimizi vurduğumuzda ‘hantuş’ derdik. Anadolu’da yaygın olarak ‘ebe sobe’ dendiği
biliniyor. Doğrusu bu sözcük bana hep büyülü gelmiştir, kökenini ve bizim yöreye nasıl geldiğini
şu ana kadar saptayamadım; Derleme ve Tarama Sözlüklerinde de bulamadım. Tarayabildiğim
kadarıyla internet ortamında da anlamına dair bir açıklama yok. Irak’ta bir aşiretin adı olarak
geçiyor, Lübnan’da da bir köyün’ Amik’teki Çerkezler arasında ‘özensiz giyinen ya da davranan
kişiler’ için niteleme sıfatı olarak kullanıldığını 90 yaşındaki Hayriye Ekener’den öğrendim.
Bu büyülü ‘hantuş’un, çocukluğumuzdaki eşitlik ve özgürlük ortamını bozanlara karşı
kullanıldığını varsayıyorum şimdi. Fışfış oynarken kullandığımız höbek ve değneklere el
koyanlara ‘hantuş’ demeye devam edebilseydik, büyüdüğümüzde tarla takım, mal mülk
kavgasıyla ömrümüzü heder etmezdik. Doğrusu, insanın doğaya, topluma karşı yaşam
olanaklarının geliştirilerek korunması sorumluluğuyla duygu ve düşüncelerini özgürce yaşama
geçirmesi arasındaki bağı kurmasındaki temel engel ‘mülkiyet ilişkisi’dir. İşte özgürlük, bu
ilişkiye ‘hantuş’ diyebilmekle başlar.


Müslüm Kabadayı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder