29 Mart 2012 Perşembe

Paçoz ve Hödükler Bataklığı : Paranın Saltanatı

İnsan türünün evrim tarihine dair, özellikle biyolojik evrimiyle ilgili son dönemde çok önemli
yayınlar yapılıyor. İnsanın biyolojik evriminin temel duraklarını kısaca şöyle özetlemek mümkün
görünüyor: ‘İnsan dalı şempanzeden 6 milyon yıl önce ayrıştıktan sonra Afrika'da evrilmeye
devam ediyor. Bu arada [Homo erectus], [Homo neanderthalis] gibi çeşitli insansılar, Afrika'da
evrildikten sonra Avrasya'ya yayılıyorlar. Modern insanın ataları 200 bin yıl önce Afrika'da bir
[Homo erectus] dalından evriliyor. Bu yeni tür, [Homo sapiens], Neandertallar gibi yakın
türlerden hem balonumsu kafatası gibi yapısal özellikleriyle, hem de sanat gibi kültürel
faaliyetleriyle ayrışıyor. [Homo sapiens] tarihi boyunca çoğunlukla Afrika'da yaşıyor. Ancak 60-
70 bin yıl önce bazı modern insan grupları, bugün bilinmeyen nedenlerle Afrika'dan çıkarak
Asya'ya yayılıyorlar. Bunlar 10-20 bin yıl içinde Avustralya'ya varıyorlar. Bundan 30-40 bin yıl
önceyse
ikinci bir dalga yine Afrika'dan Avrasya'ya yayılıyor - bunlar günümüz Avrupalı ve
anakara Asyalılarının ataları. Son olarak, bir grup Asyalı, 15 bin yıl önce Amerika kıtasına göç
ediyorlar. İlginç olan bir nokta, iki göç dalgasının da atasal insan türleriyle karşılaşıp kısmen
karışmaları: İlk dalga hem Neandertal ve Denisovalılarla, ikinci dalga yalnız Neandertallarla.
Aynı zamanda Afrikalı grupların da bu kıtada yaşamış bazı atasal formlarla karıştıkları yakın
zamanda iddia edilmişti. Demek ki atalarımız, kendilerine benzer türlerle belli bir etkileşim
içinde olmuşlar. Öte yandan söz konusu türlerin tümünün bugün soyunun tükenmiş olması
çarpıcı. Dikkate değer bir diğer nokta, ikinci dalga Asyalıların, Asya'da ilk dalganın insanlarını -
adalarda yaşayanlar hariç- soğurmuş olması. Asya anakarasında ilk dalga insanlarına fenotip
olarak çok benzer, yalıtık gruplar bulunmuyor. Öte yandan Avustralyalılar dahil ilk dalga halkları,
Asyalılara, Avrupalılara olduklarından daha yakın.’ (An Aboriginal Australian Genome Reveals
Separate Human Dispersals into Asia, Science DOI: 10.1126/science.1211177, www.sol.org.tr, 24.09.2011)

Genetik araştırmalarla zenginleşen biyolojik evrime dair bilgilerimizin ne kadarını geniş kitleler
biliyor’ İnsan türünün kültür evriminin bugün geldiğimiz aşamasında bu soruyla başlamak
gerekiyor sorgulamaya. Neden mi’ Sözü uzatmaya, çalıyı dolanmaya gerek yok; doğrudan şu
gerçeğin altını çizmek yetmeli; bugün Dünya’da bilişim, ilaç, teknoloji, enerji ve silah alanlarında
egemenlik kuran ne kadar çok ülkeli şirket (ÇÜŞ) varsa, toplumların geleceklerini onlar
belirlemeye çalışıyor. Bu halklara acı reçeteyi değişik yöntemlerle (en acımasız yöntem savaşlar
dahil) sürekli içirmek üzere ‘projeler’ üreten ÇÜŞ’lere, insan yaşamını doğrudan ilgilendiren
temel bir alan olarak, bitki tohumlarının İsrail, ABD ve Hollanda merkezli şirketlerin tekeline geçirilmesini örnek verebiliriz.


Emperyalizmin ‘Dünya insanı’ yaratma projesinin özü, ÇÜŞ’lerin ürettikleri projeler çerçevesinde
beyni biçimlendirilmiş, her yerde aynı tüketim alışkanlıklarıyla davranan ‘yığınlar’ oluşturmak.
Politik deyimimizle toplumları ‘sürü’leştirmek. ‘Sürü’leşen insan, yaşadığı toprakların biyolojik ve
kültürel birikiminden habersizdir; örneğin Suriye sınırımızdaki Keldağ’ın eteklerinde çokça
bulunan kayakoruğundan habersizdir. Guatr hastalığına karşı yararlı bir kaya otundan habersiz
olan Yayladağlı kadar, bundan mahrum bırakılan Karadenizli de ‘sürü’leştirmenin kurbanıdır ve
ilaç tekellerinin ‘doz’larına mahkum olur.
ÇÜŞ’lerin egemenlik çağında insanlar, bedenlerinin ihtiyacı olan çok yönlü beslenmeden
koparılarak hazır yiyeceklere alıştırılır, obezite olur; sonra da şişmanlıktan kurtulmak için
uluslararası tekellerden biri olan GNC’nin pahalı haplarını kullanır. Bu ne demektir’ Paranın
saltanatını kurmak ve sürekli güçlendirmek için insan sağlığıyla oynamaya kadar her şey
mübahtır. Böyle bir dönemde, ÇÜŞ’lerin projelerini, örneğin Büyük Ortadoğu Projesi’nin
taşeronluğunu yapanların sofrasına oturan İlber Ortaylı’nın, ‘İstanbul’un her yerini hödükler
doldurdu.’ deme hakkı var mı’ ‘Globalizm çağı’nda Türkiye’nin çivi değil, çekiç olması gerekir,
diyerek BOP’un taşeronluğunu yapanlara övgü dizen Alev Alatlı’nın, ‘toplumun
paçozlaşması’ndan yakınması ciddiye alınır mı’ ‘Paçozlaşma’yı, kapitalizmin hızlandırılmasına
bağlayan Alev Alatlıgillerin, sorunun kaynağında kapitalizmin, yani paranın saltanatının yer
aldığını görmemeleri mümkün değil, onların da işlevi, sorunun kaynağını geniş kitlelerin
görmesini engellemek. Ortaylı, kapitalizmin yıkıma dayanan tarım politikaları sonucu kentlere
göçmek zorunda kalan köylüleri sorumlu görüp ‘hödük’ olarak suçlamasıyla Alatlı’nın geniş
yığınların eğitimsiz, kültürsüzleştirilmesi için gericiliği başa yazan sermaye sınıfı ve onun siyasal
iktidarını hedef almak yerine halkı aşağılamasının amacı bu politikaya hizmet etmektedir.
Ortaylıgil ve Alatlıgil’ler, kendilerine, ‘1990 başlarında ‘star sistemi’ kavramıyla edebiyat ve
sanatta yozlaşmayı topluma dayatanlara Cengiz Gündoğdu ve diğer toplumcu aydınlar, sanatçılar
savaş açarken siz neredeydiniz’’ diye soracağımızı hiç mi düşünmezler’ Onların aşağıladığı
emekçiler, yoksullar sınıf bilinciyle örgütlendikleri, paranın salatanatına son vermek üzere ayağa
kalktıkları zaman, ülkemizin emperyalistler ve Türkiyeli sermayedarlarca yağmalanmasına,
toplumun çürütülmesine şu ya da bu biçimde cevaz veren herkesten hesap sorulacağını
bilmelerinde yarar var. Açıkçası,
‘Bu toplumun hemen hiçbir değeri kalmadı: Tek değer, kişilerin ve/veya grupların hak
etmedikleri şeylere uzanmak için olabilen her yolu denemesinin en makbul marifet sayılmasıdır.
Türkiye rüşvet ve
hırsızlıkta Avrupa birincisi, dünya dördüncüsüdür. Dünya ülkeleri arasında cahillik düzeyiyle en
ön saflarda yer alıyor, dünya üniversiteleri arasında adı anılabilecek ilk 500 arasında hiçbir
üniversitesi yoktur. Başta Cumhurbaşkanı ve Başbakan olmak üzere devleti yönetenlerin
hakkında bulunan suç dosyaları nedeniyle dünya birincisidir (Kemal Baytaş, Sözcü 13 Şubat
2011). İçeri atılan gazetecilerin sayısıyla dile gelen aykırı fikre tahammülde, nihayet İran ve Çin'in
bile gerisine düşerek sondan birinciliği kaptı.’ (Bilim Teknoloji (Cumhuriyet) sayı:1258) diyen
Celal Şengör’ün de, ülkemizin bu hale gelmesinde birinci elden sorumlu NATO üyesi bir ordunun
yıllarca savunuculuğunu yapması nedeniyle şikayet etmek yerine hesap vermesi gerekiyor.
İnsan topluluklarının doğal beslenme ve yaşam koşullarından kültür yaratarak geliştiği, zamanla
da sınıflı toplumların oluşumu çerçevesinde çatışma-gelişme sürecini yaşadığı son 10 bin yıllık
tarihimizin, en tehlikeli, bir o kadar da umut vadeden dönemden geçiyoruz. Nükleer ve biyolojik
silahların topluca insanlığın yıkımına yol açma tehlikesi olduğu kadar, bilim ve teknolojideki
gelişmelerin Dünya’nın eşit ve özgür insanların bir arada yaşabildikleri evrensel bir yaşam
düzeninin kurulmasına daha çok olanak sunduğu bir dönem bu. Bu dönemde, ülkelerinin
bağımsızlığı, toplumlarının eşit ve özgür yaşaması için mücadele eden aydın, sanatçı, bilim insanı
ve siyasal güçlerin en çok iki şeye dikkat etmeleri gerektiğini düşünüyorum. Birincisi; günümüzde
emperyalizmin ve sermayenin truva atları o kadar yaygınlaştılar ve ustalaştılar ki, bunların
manipülasyon kurum ve araçlarına karşı çok uyanık olmak. İkincisi de, toplumları aydınlatma,
işçi ve emekçileri örgütlü ve bilinçli bir güç haline getirme konusunda çaba gösteren kişi ve
örgütler arasında dayanışmayı, dostluğu geliştirmek.
Toplumu ‘alıklaştırma’nın en önemli araçlarından biri olarak emperyalist-kapitalist devletlerin,
kuruluşların manipülasyona kavramlar ve değerlerle oynamakla başladıkları gibi o toplumda öne
çıkan ve özellikle de solculuğuyla tanınan, hatta örnek alınan aydın, sanatçı ve siyasetçileri
devşirmekle etkili oldukları biliniyor. Yaşadığım bir örnekten yola çıkarak, yeni gerçekleşen ciddi
bir organizasyonla somutlamak istiyorum bunu. 2001’de Antakyalı bir grup sanatçı,
araştırmacıyla ‘Yerel Tarih’ çalışmasına başlamıştık. Kendi dinamiğimizle çalışmalarımızı
ortaklaştırmaya yöneldiğimiz bir aşamada Tarih Vakfı’ndan birileriyle ilişki kuran bir
arkadaşımız, ‘Asi Kıyısından Bir Hoş Sada’ başlıklı Antakya kahve ve sinemalarının tarihini,
buralardaki kültür ortamını tanıtan bir sergi çalışmasını gündemimize taşıdı. Biz de bütün ‘iyi
niyet’ ve içtenliğimizle aylar süren bir çabayla bu sergiyi gerçekleştirme noktasına geldik. Süreç
içinde fark ettik ki, bu işleri projelendirenler Avrupa devletlerinin elçiliklerinden ya da onların
denetimindeki vakıflardan parasal kaynak yaratıyorlar. Yapılan çalışmanın içerik ve serginin
biçimine, ilişkilerin işleyişine kadar ortaya çıkan garabetin farkında olan birkaç arkadaş buna
karşı çıktık. Bizim yerinde müdahalemizle ilk deneyden sonra o ‘yerel tarih grubu’ dağıldı. Bu
olaydan sonra, benim çıkardığım en önemli ders, önüme gelen her öneriye, bu öneriyi kimin
yaptığı ve kimlerle gerçekleştirilmek istendiği, destekleyenlerin kimler olduğu konusunu
sorgulayarak yaklaşımda bulunmak oldu. Bizden çok daha deneyimli olduğunu sandığımız kimi
örgüt ve kişilerin, aynı özeni göstermemeleri durumunda çok ciddi yanlışa yol açtıklarını
vurgulamak bakımından, 12 Eylül faşizmini teşhir etmeyi amaçlayan bir dizi etkinlik çerçevesinde
Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde 17 Eylül 2011’de gerçekleştirilen sosyolog-yazar İsmail
Beşikçi ile dayanışma ve Türkiye’de ifade özgürlüğü savunmak adına Ankara Düşünceye
Özgürlük Girişimi’nin düzenlemiş olduğu ‘İsmail Beşikçi ve Türkiye’de İfade Özgürlüğü’ başlıklı
uluslar arası sempozyumdan örnek vermek istiyorum. Bu sempozyumu düzenleyenleri samimi ve
sertçe uyaran Ahmet Kaplan’ın kaleminden durumun vahametini aktaralım: ‘Bir de yabancı
katılımcılar var. Mesela Freedom House'dan Eliza Young, İFEX’ten Annie Game, Article 19’dan
Barbara Bukovska, Index on Censorship'ten Emily Butselaar, HRW’den Emma Sinclair-Webb de
o gün panelist konuşmacı vb. olarak katılan insanlar. Paneli organize edenleri tebrik etmek lazım.
Tek eksik Paul Henze, hani 12 Eylül Darbesi için ''bizim çocuklar yaptı'' diyen Amerikalı faşist.
Ama n’aparsın adam ölmüş, ölmese belki onu da çağırırlardı.
Paul Henze 12 Eylül darbesinde CIA’nin Türkiye istasyon şefi idi ve doğrudan ulusal güvenlik şefi
olan Zbigniew Brzezinski'nin yardımcısı idi. Freedom House, Zbigniew Brzezinski'nin yöneticilik
yaptığı vakıflardan birisidir ve ABD’nin psikolojik savaş vakıflarından birisidir. Arkadaşlar
Freedom House 12 Eylül darbesinin mimarlarının işlettiği bir psikolojik savaş vakfıdır. Bu
kişilerin ne işi var bu sempozyumda’ Sempozyuma katılan diğer vakıflar da farklı değil. Human
Rights Watch da bir CIA kuruluşudur. Asıl Adı Helsinki Watch idi ve SSCB’ye karşı propaganda
aracı olarak kurulmuştu. HRW da aynı Freedom House gibi ABD’li bürokratlarca yönetilir ve
CIA’nın bir psikolojik savaş aygıtıdır.’ (www.sendika.org, 19.09.2011)
Sanıyorum başka söze ihtiyaç duymayacak kadar, titiz olmamız gerekenlerden birine ciddi bir
örnek oluşturuyor bu sempozyum. Bu durumun yarattığı sakıncalardan en önemlisi de, içtenlikli
biçimde bu çalışmaların içinde yer alan kişi ve kurumların, daha sonra birbirlerine güvenlerinin
sarsılması yanında ilgili çevrelerdeki güvenilirliklerinin sarsılmasıdır. Zaten faşist darbeler,
manipülasyon ve dejenerasyon yoluyla öncelikle bu toplumun ilerici, devrimci, sosyalist
aydınları, sanatçıları ve siyasetçileri etkisizleştirilmeden, bu toplumun niteliksizleştirilmesi,
çürütülmesi mümkün olamazdı. Mehmet Aksoy’un heykellerine tükürülemez, barışı simgeleyen
heykeli yıkılamazdı; Can Yücel’in sanatının ve hayatının simgesi mezarı parçalanamazdı.
Şimdi, toplumcu dinamiklerin her alanda ve her şeyi ciddiye alarak örgütlenmesi, bilim ve
sanatın diliyle kitlelerle yeniden bağ kurması, paranın saltanatının yarattığı çürümeden
kurtulmanın işaret fişekleri olacağını biliyoruz. İlkinci Edebiyat, birçok zorluğa karşın bunun için
size ışıldağını sunuyor.


Müslüm Kabadayı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder