29 Mart 2012 Perşembe

Sınıf Edebiyatı ve Evrenselliğe Bir Örnek: ‘Ateşle Dans’ Celal İlhan’ın İlk Öykü Kitabı

Toplumsal sınıfların nitelikleri, konumlanışları, aralarındaki iktidar mücadelesi ve toplumsal
ilerlemenin aldığı boyutlar, bu boyutlar içinde şekillenen duygu, durum, çatışmalar içinde ortaya
çıkan tip ve karakterler konusunda bizim edebiyatımızda da ürünler verilmiştir.
Sözlü edebiyat geleneğinde yer alan destanlar, koşuklar, halk hikâyeleri, efsane ve masallarda
‘örtüşük’ olarak karşımıza çıkan ‘sınıf edebiyatı’, kapitalizm dönemiyle birlikte yazılı edebiyatın
‘açık ürünleri’ olarak dikkati çekmeye başlamıştır. Dede Korkut Hikâyeleri’nde, Göç Destanı’nda,
Köroğlu’nda ‘örtüşük’ anlatımla verilen toplumsal çelişkiler ve sınıf çatışmaları, modern öykü ve
romanlarda doğrudan tiplemelerle ortaya konmuştur.
Kendi yaşamından kesitlerle beslediği öykülerinde ekmek kavgası peşinde koşan emekçileri
işleyen Orhan Kemal, Türkiye’de işçi sınıfı edebiyatının hikâye ve roman türlerinde kökleşmesini
sağlayan en önemli yazarımızdır. Onun bu yaratıcı, toplumcu çizgisini son on yıldır yayınladığı
öykülerle sürdüren Zafer Doruk, işçi öykülerinin önemli bir yazarı olarak dikkat çekmektedir.
Son zamanlarda bu yolda önemli ürünler vermeye başlayan yazarlardan biri de Celal İlhan’dır.
1943’te Yozgat merkeze bağlı Köçekkömü Köyünde doğan ve yaşamını çeşitli sanayi
kuruluşlarında makine bakım teknikeri olarak çalışıp kazanan Celal İlhan, büyük oranda kendi
yaşamından kesitlerle zenginleştirdiği öykülerini ‘Ateşle Dans’ adlı kitabıyla bu yıl sunmuştur
edebiyat dünyasına. 2002’de Sağlık Emekçileri Sendikası’nın düzenlediği 5. Kültür Sanat
Yarışmasında özendirme ödülü alan aynı adlı öyküsünü kitabına ad olarak veren yazarın
okuduğum ilk öyküsü ise ‘Altmış Beş Metrede’ başlığıyla 2003’te Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri
Ödülünü kazanan ürünüydü. Bu öyküyü okuduğumda yaptığım ilk değerlendirme şöyleydi:
Edebiyatımızda işçi sınıfının bizzat içinden yetişen yazarlar çoğalıyor; ama doğrudan sanayi
işçiliğinde gelen bir yazarla, ilk kez karşılaşıyoruz sanırım.
‘Ateşle Dans’taki öykülerin tümünü okuduğumda daha önceki değerlendirmemde geçen ‘sanırım’
sözcüğünü silmem gerektiğini düşündüm. Bu yapıtta yer alan 14 öykünün biri, ‘Temsilcinin On
Günü (Günola Harmanola)’ adlı öykü ‘günlük-öykü’ tarzında kaleme alınmıştı. Bu, benim de
yıllardır tuttuğum ‘Antakyadot’ ve ‘Ankaradot’ başlıklı günlük-öykülerimi çağrıştırdığı için ayrıca
dikkatle okuduğum bir metin oldu. Kurgu ve anlatımda çok az çapak olmakla birlikte, seçilen

konuların insanın temel özelliklerini, toplumsal değerini ve evrensel öğeleri içermesi
bakımından güçlü bulduğum bu öyküleri okurken, zaman zaman yumruğumu duvara
vurduğumu, içimin kabarıp ağladığımı, içinden geldiğim yoksul köylülerin dayanışma
durumlarını ve emek verdikleri coğrafyayı sahiplenmelerini yeniden değerlendirdiğimi
vurgulamak isterim. Bence bir edebi yapıtı estetik kılan ve evrensel yapan en önemli unsur,
işlenen konu ve bu konunun anlatımının (insani gerçekleri anlatma gücünün), okuru gerek duyuş
gerekse bilinç düzleminde sarma gücüyle doğrudan ilgilidir. Yeryüzündeki herhangi bir insanı
‘sarma gücü’ olmayan bir metin edebi olabilir, ancak evrensel olduğu söylenemez. Bu açıdan
Celal İlhan’ın öyküleri, örnek vermek için oldukça fazla malzeme sunmaktadır.
‘Altmış Beş Metrede’ başlıklı öyküde mühendis Kartal Bey’in, çalışırken yaralanan Haydar ve
İhsan Ustaların kurtulmaları için, makine aksamlarıyla ‘kartallar gibi’ savaşmasındaki büyük
insani duyarlılıkla ‘Kardeşim bana ne ustadan, yaralanmasından! Herkes gözünün önüne baksın.’
diyebilme çiğliğini, katılığını gösteren müdür karakterleri arasındaki çatışmayı ve ‘Yeni doğan
güneş hep yaşama sevinci verirdi ona.’ cümlesiyle okura ‘umut insanda’ dedirten bir anlatım, tabi
ki evrensel bir estetik ürünü yaratmıştır. Yine ‘Almancının Ölümü’ öyküsünde saf bir işçi
kültürüyle beslenmiş Almancının, Türkiye’ye döndükten sonra yaptığı işlerde kapitalizmin insan
öğüten tuzaklarına kurban gitmesi ve geride bıraktığı sorunlarla eşiyle oğlunun boğuşmaları konu
edilmiştir. Eşinin saflığı nedeniyle kendisine ve oğluna devredilen kirli kapitalist tüketim
ilişkilerinin bedelini ağır ödeyen Sevgi Abla’nın, ‘Atamadığım, bedeninden bir parçaymış gibi
dokunamadığım tek şeyi kalmıştı evde; dişleri, takma dişleri.’ diyebilmesi, bu öyküyü güçlü kılan
en önemli konu-anlatı sarmalı olarak okura ulaşmaktadır.
Toprakla, doğayla çok yoğun dostluk kuran köylüler içinden, yeryüzünün her tarafında vakur
karakterler çıkar. İşte böyle karakterlerden birini ‘Son Yolculuk’ öyküsünde anlatan Celal İlhan,
onu şöyle getirir gözümüzün önüne : ‘Babamı ne durumda bulacağımı düşündüm yol boyu. Onu
hep güçlü, güvenli, dışa dönük tavırlarıyla anımsıyordum. Kendinden o denli az söz ederdi ki...’
Evet, ‘kendinden az söz etmek, hatta söz ederken yüzü kızarmak’, böyle insanların en önemli
özelliğidir. Üreten ve paylaşmaktan mutlu olan insanların bir inceliğidir bu, dolayısıyla gözlerinin
feri hiçbir zaman sönmeyecek kadar emekle beslenmiştir onların. Bunu abartılı bir anlatım olarak
değerlendirenler çıkabilir. Ancak ölüme giderken bile ellerimizden tutarak ışıltılı gözleriyle bize
yaşamanın ne olduğunu gösteren annemi hatırladıkça, böyle insanların aynı zamanda insanın
yükselişi
için kaynak kişilikler olduklarını estetik ürünle göstermek çok önemlidir. Böyle bir
emekçi baba karakterinin mezar taşına ‘Bize çok şey öğrettin, en önemlisi onurlu yaşamaktı.’
cümlesini yazdıran oğlun ‘kıymetbilirliği’i de bir başka ‘estetik öğe’dir.
Çarpıcı, iç kanırtıcı bir aşk öyküsünün anlatıldığı ‘Unutmadım Seni’de ise, insanın meta
derekesine düşürülmesiyle bir başka insanın aşkla yüceltilmesi, güzelleştirilmesi arasındaki zıtlık
çok derinlikli işlenmiştir. ‘Önümdeki bahar dalını, Hacer’i incitmemek için özen gösteriyordum.
(...) Konuşma yorgunu gibi davranan Hacer’in gözlerinin anlatım gücü olağanüstüydü.’ gibi yalın
ve yoğun bir anlatım yanında gerçekçilik şu cümleyle sürdürülmüştür: ‘Çocuk doğuramayacağını
bildiğim bir kızla evlenemezdim. Bu duruma ailemin de ölümüne karşı koyacağı açıktı.’
Kitaptaki en çok etkilendiğim öykü ise ‘Aynalar’ oldu. Bu öyküde çizilen Yusuf, işçi tipi içinde
yoksulluğunu kimseye alay konusu yaptırmayacak kadar onuruna düşkün bir karakter olarak çok
derinlikli anlatılmıştır. Güneyin esmer güzeli ustası olarak betimlenen Yusuf’un annesinden söz
ederken ‘Yetmişini geçtiği halde, ayağını dayamış mercimek kütüğüne ki, ölmeye hiç niyeti yok.
İnan olsun çocuklardan daha çocuk.’ diyerek, hem yöresel bir deyimi, açıklayıcısıyla birlikte
kullanmakta hem de aile ilişkilerinin çarpıcı bir boyutunu dile getirmektedir. Yazarın böyle bir
anlatımı tabii ki estetik ürünün oluşmasını sağlamaktadır. Yöresel sözcük, deyim ve kalıplaşmış
sözlerin, estetik bir üründe nasıl verilmesi gerektiği bakımından da yerinde bir örnek
oluşturmaktadır.
Emekçilerin içinden çıkardığı, kendilerini yazan yazarlara çok ama çok gereksinimleri var daha.


Müslüm Kabadayı

Kitabın Künyesi
Ateşle Dans,
Celal İlhan,
Kum Yayınları,
Basım Tarihi: 2005
120 sayfa

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder