29 Mart 2012 Perşembe

Şiir Okunun Koşucusu: Nevruz Uğur

Şair, koşarken kuşanan kişidir. Hayatını kazanmak için koşarken sözcükleri birbirine
koşarak imgeleri algılama alanımıza sürer. Dizelerle imgelem kurar ve maddenin ritmini
seslere yedirir. O, koştuğu her yerden beslenir ama düş dünyasında ‘yurtsuz’dur. O,
sözcük evrenine hayatın tahtını kurandır.

Amik Ovası’na ‘bir göçmen kuş’ olarak gelip Asi’den su içip ovaya püskürten, tarladan ekin
derleyip bakkalda çocuğunda beli bükülmüşüne kadar ‘söz’ü taneleyip paylaşan Nevruz
Uğur’un koşusuna, 1994’ten bu yana tanık olmaktayım. Onun biyolojik yorgunluğuna,
fiziksel eksikliğine yorulabilecek ara durakları dışında şiir koşmaktan bir an olsun
uzaklaşmadığını biliyorum.

Varlık, Edebiyat 81’le başlayan şiir okuruyla buluşma serüveninin, bence birebir en
çok yoğunlaştığı dönem Amik dergisinin yayımlandığı yıllardır. Kasım 2000’de ilk
sayısı yayımlanan ve yaklaşık 4 yıl okuyucuya ulaşan Amik Kültür Sanat Dergisi’nin
çekirdek kadrosu arasında yer alan Nevruz Uğur, derginin sahipleri Nazlı-Abbas
Güldiker, Yazı İşleri Müdürü Duran Yaşar ve çekirdek kadroyu oluşturan Kerim
Dönmez ve benimle özellikle ilk yılda yoğun mesai harcamıştır. Bir ara derginin Genel
Yayın Yönetmenliğini üstlenen şair, geçimine katkı sağlamak için satış işini de bir süre
yürütmüştür. Ondan söz ederken, Amik’in bir niteliğine dikkat çekmek durumundayım.
Amik’i kuran çekirdek kadronun özelliğini de yansıtan ve ‘Yola Çıkarken’ başlıklı 1.
sayıdaki sunuş metnindeki şu cümle çok önemli: ‘Yaşadıkları topraklara duyarlı, ulusal
ve evrensel kültürün insancıl damarlarını Hatay’dan hareketle genişletmeye kenetlenmiş
bu insanlar, büyük iddialarla değil ama güzeli ortaya çıkarıp halkla paylaşarak, süreç
içinde çoğaltma kaygısı güderek yola çıkmışlardır.’ Böyle yola çıkan, yaklaşık 3 yıl
kadar içinde yer aldığım çekirdek kadro, Faruk Bal, Ferhat Zidani ve en verimli çağında
kaybettiğimiz, saygıyla andığımız Mustafa Okan İsti’nin de yoğun katkılarıyla Hatay’ın
birçok ilçesine, kasaba ve köyüne kadar derginin ulaşmasını sağlamıştır. Bu çerçevede,
Samandağ, Kırıkhan, Reyhanlı, Hassa, İskenderun’da kültür-sanatla ilgili kişilere
ulaşarak toplantılar yapılmış ve üretken insanların ürünleriyle dergiye katılımları
sağlanmıştır. İşte bu eylemli bilinç taşıma, kültür-sanat ortamını genişletme çabamızda
şairce koşan Nevruz Uğur’la paylaştıklarımız, bugüne kadar süren ve biyolojik faz
değişimine uğrayana kadar da devam edeceğini öngördüğüm dostluğumuzun temelini
oluşturmuştur.

Onunla ilk tanışmamız 1994’te Eğit-Sen Hatay Şube başkanlığını yürüttüğüm sırada, o
zamanlar Antakya’da yaşayan karikatürist Kemal Gönen sayesinde gerçekleşmişti. Altı
yılı aşkın Karadeniz’de öğretmenlik yaptığım ve o coğrafyanın insanıyla hemhal
olduğum için kısa sürede arkadaş olduğumuz Nevruz’la edebiyat, sınıf mücadelesi ve
siyaset üzerine yoğunlaşan sohbetlerimiz, tartışmalarımız, ürün değerlendirmelerimiz
zenginleşti. Kısa sürede sadece kendi yazdıklarımıza dair değil, özellikle İnsancıl Dergisi
Antakya Temsilciliği’ni Mayıs 1995’te faaliyete geçirdikten sonra şiir, öykü, deneme
yazan gençlerin ürünlerini inceleyerek onlara ufuk açmak için çaba göstermeye başladık.
Bu doğrultudaki ilişki ağımıza, zamanla fırın işçiliği yapan Mehmet Altınöz, kasap
İbrahim Deniz Aslan, öğretmen Faruk Bal ve H.İbrahim Yıldız başta olmak üzere birçok
kişi katıldı. Özellikle ilk iki genç öykü ve şiirde kendilerini geliştirirlerken, onların
evlerimizde gece yarılarına sarkan okuma ve tartışmalara katılmaları, kahvede, parkta
buluşup yazdıklarını değerlendirme çabası göstermeleri, bizim de kendimizi
yenilememize, geliştirmemize vesile oluyordu. Amik’le birlikte bu ilişki ağı, bir ekip
çalışmasına dönüştü ve başka kentlerden gelen şair-yazarlarla düzenlenen etkinlikler
yanında birebir tartışmalarla yeni bir boyut kazanmaya başladı. Bizim 1995-1998
arasında İnsancıl Temsilciliği’nde yürüttüğümüz şiir dinletileri, tiyatro çalışmaları, panel
ve söyleşilerin yarattığı ilgi, Yener Kitabevi’nin Antakya’da açılmasıyla büyük kentlerde
yaşayan şair-yazarlarla buluşmaya evrildi. Bu noktada Nevruz’la ortaklaştığımızı
düşündüğüm bir gerçeğin altını çizmek istiyorum; Antakya’ya son on yıldır büyük
kentlerden gelen kimi şair-yazarlar, kimi dernek ve sendika yöneticileri birikimlerini,
düşüncelerini, ürünlerini paylaşmanın ötesine geçerek, bu kentte edebi faaliyet içinde
bulunanları kendi hedefleri doğrultusunda yönlendirmeye, kutuplaştırmaya çalıştılar. Ne
yazık ki bu yanlışa ortak olanlar çıktığından, Hatay’daki edebiyat ortamındaki diyalog
atmosferi darbe yedi; bu kişisel ilişkilere yansıdığı gibi, çıkartılan dergi ve yapılan
etkinliklere kadar genişledi. Biz, bu yanlışlığa işaret ederek, yereldeki ilişkilerin
güçlendirilmesine yönelik önerilerimizi, katkılarımızı sunmaya çalıştık.

Nevruz Uğur’a dair yazarken, kimilerince neden dergiler atmosferine bu kadar çok
vurgu yaptığım sorulabilir. Bu alanla ilgililer bilirler ki, edebiyat-sanat dergileri,
elektronik ortamda çıkanların farklı boyutları olmakla birlikte eskiden beri birer ‘okul’
olmuşlardır. Edebiyat dünyamızın kazandığı önemli şair ve yazarlar, bu dergilerdeki
okuldan yetişmişlerdir. Varlık, Ağaç, Yeryüzü, Kaynak, Ürün, Edebiyat Dostları akla
gelen ilk dergilerdir. Dolayısıyla Hatay’da çıkan edebiyat-sanat dergilerinden son 30
yılda ‘okul’ özelliği taşıyan en önemli dergi Amik olduğundan, Nevruz’la birlikte
edebiyat teneffüs ettiğimiz bu okula vurgu yapma gereği duydum. Aslında, bizde giderek
kaybolmaya yüz tutan önemli bir gelenektir bu. Son yıllarda büyük kentlerdeki
dergilerin, ‘atölye’ çalışmalarıyla bunu sürdürmeye çalıştıklarına tanık oluyoruz. Ancak
oradaki atmosfer ‘öğreticilik’ yöntemiyle oluştuğu için, dostluk ilişkileriyle güçlenen
eski dergi okul atmosferinin yerini tutamaz. Bu noktada Nevruz’un bana kazandırdığı ya
da beni ayıktırdığı en önemli konu, geleneksel halk edebiyatı, halk şairleri inceleme ve
değerlendirme çabamı aşarak çağdaş şiirin, öykü ve romanın eleştirisine yönelmem
olmuştur. Bunu, Amik’in Mayıs 2001’de çıkan 7. sayısında benimle yaptığı söyleşideki
soru ve önerileriyle gündemime taşıdığını unutamam. Onun şiirleri, sanat anlayışıyla
ilgili olarak yaptığımız uzun değerlendirmelerden de onun feyz aldığını biliyorum. Bu
noktada ortak okumalar yaptığımız gibi, edebiyat-sanat dergilerindeki sormacaları
inceleyip değerlendirmemizin önemini de belirtmeliyim.

Onun önemli ve güzel özelliklerinden biri de çevresindeki üretken kişilere,
yaratıcılığı zenginleşenlere, özellikle hızla olgunlaşan genç şair-yazarlara değer
vermesidir. Birikimlerini onlarla paylaştığı gibi yazılarında ve ilişkilerinde o insanları
öne çıkarmasıdır. ‘Folklor Emekçilerine’ ithafıyla benim de içinde bulunduğum
araştırmacıları onurlandıran ‘İnsanlar Vardır’ başlıklı şiiri, aklıma gelen ilk örnek’
‘insanlar vardır/ çalışkan dingin özverir/ sıkar kurşunları özbenine/ geleceğe söz verir/
ihanetleri sıçratmadan siler de alnından/ küller altında töz verir// insanlar vardır/insanlık kadardır’

Sağlık sorunları nedeniyle geçim sıkıntısıyla üretkenliği ve ilişkileri zorlanan Nevruz’un,
son yıllarda daha çok yaşadığı Akçaova köyüne kapandığı, böylece kendine ulaşan
dostları dışında Türkiye’deki edebiyat ortamını pek takip edemediği görülüyor. Büyük
kentlerde çıkan dergilerde şiirlerine pek rastlayamıyoruz son yıllarda. Bunda, onun
bilinçli bir tavrının payı olduğunu düşünüyorum. O da dergilerde görülen sanatsal
nitelikten öte farklı öbekleşmelerin varlığı, ürünlerin gerçeklikten uzaklığı ve ilişkilerin
yozlaşmasından kaynaklanan uzak duruş’
Coşkun ve toplumcu şair Adnan Yücel’in deyişiyle ‘Antakya’nın sarışın zencisi’ olan
Nevruz Uğur’u, kimi Antakyalılar, ne yazık ki dışlamaya cesaret edemeseler de

‘etkisizleştirme’ye çalışmışlardır. Onun işsizlik sorununa çözüm bulamamaktan tutun da
etkinliklere çağırmamaya kadar yansıyan bu yaklaşımın nedenlerini tam
belirleyememekle birlikte daha çok ‘dışarıdan gelme’nin bahane edildiğini
söyleyebilirim. Nevruz’un dik başlılığı, köyde yaşamasının getirdiği sıkıntılar da
sayılabilir nedenler arasında. Bu gerçek, edebiyat-sanat alanında sıkça karşılaştığımız
vefasızlığın, duyarsızlığın da bir ürünü aynı zamanda. Aşılması gereken bir ‘gerçeklik’
ne yazık ki’ Nevruz bu ‘gerçeklik’i ‘Mızrak’ başlıklı şiirinin bir kesitinde şöyle estetize
eder: ‘öyle oldu/ sarışın bir zenci gibi dolaştım aranızda/ bir kemençe yırtıp durdu
yüreğimi/ soluğumu boyadım güneşle/ gülüşümü çoğalttım arasında insanların/ üzünçlü
mutsuz kayguları olmasın diye’’ Bu dizeler, onun şiirinde öne çıkan temalardan birinin
‘göçmenlik’ üzerinden hissedilen yabancılaşma olduğunu gösteriyor. Antakya’ya, ‘bir
kente çakıldım mızrak gibi’ diyerek, bu yabancılaşmaya isyanını da dile getirir Nevruz.
‘Sitem’ şiirindeyse, doğasına, kentine duyarlı davranmayanlara oklarını gönderir:
‘kentin örenleri içinde Defne’yi bekliyor Apollon/ Asi’ye çıkmış çürütülen ırmak/ yıkılmış taş
köprü hayalinden uğultuyla akıyor/ ben seni arıyorum suç ortaklarınla/ kalbinin
havuşunda sevişmek için’ Antakyalı şair Sabahattin Yalkın’a ithaf ettiği bu şiirin, bence
Hatay’daki tüm otobüs duraklarına ‘hüküm metni’ olarak asılması gerekiyor.

Denir ki sanatçılar ölüme meydan okumak üzere üretirler, bir bakıma geleceğe
kalmak isterler. Kimi şairler de, ‘Kendim için yazıyorum.’ diyerek bu görüşü teyit
ederler. Anıştırma yoluyla Prometheus’u, tanrıların dağından ateşi çalarak hakla ulaştıran
bu isyan damarına kan basan mitolojik kahramanı Karl Marks’a ‘Ateşi Çalmak’la
dönüştüren bir yazar, zaten binlerce yıl yaşında demektir. ‘Ölümsüzleşmek’ için ne
yaşanır ne de yazılır, yaratılan yapıtların kalıcılığıdır önemli olan. Nevruz’la evde bir gün
bu konuya dair konuşuyorduk, konu öyle bir noktaya geldi ki yazdığım ‘Güncellenmek
Üzere Vasiyet’i eline tutuşturdum. Okuduktan sonra, ‘Hoca, kesinlikle senden sonra
ölmek istemem.’ dedi. ‘Niçin’’ dediğimde, ‘Cesedini yakıp külünü Keldağ’dan
Akdeniz’e savurmamızı istemişsin. Seni kül görmeye dayanamam.’ yanıtını verdi.
Doğrusu, ‘Keldağ’da kül olmak, benim için bir yaşam imgesine dönüştü o sohbetten sonra.

Onun şiirlerine dair de bazı saptamalarımı dile getirmek isterim. Yanılmıyorsam
1988’de yayımlanan ‘Gecenin Göklerinde Yanarken Sesim’ adlı şiir kitabını estetik ve
baskı açısından ‘acemice’ bulduğu için sahiplenmediğinden, uzun yıllar ‘kitapsız şair’
olarak değerlendirilen Nevruz Uğur, Karalama Dergisi’nce 2004’te yayımlanan ‘Hiçbir
Şey ve Bir Şey’ adlı kitabına kadar böyle bilindi. Bunun nedeni olarak, kendi sesini,
dilini arama sürecini tamamlamadığını gerekçe olarak söyler şair. Antakya Adliyesi’nde
kamu emekçisi olarak çalıştığı için, Amik’te yayımlanan yazı ve desenlerinden rahatsız
olanlarca tehdit edilen Okan İsti dostumuz, ‘Yalçıner’ müstearıyla kaleme aldığı
‘Kitapsız Şair: Nevruz Uğur’ başlıklı yazısında, bunu etraflıca anlatmıştı. (Kasım 2001, Sayı:
13, s.26-30)

O, folklordan yararlanır ama ‘basitleştirici yanı’ndan olabildiğince uzak durur.
‘Fablimgerli Teraneler’de olduğu üzere şiirde ironik çağrışımları ustaca kullanırken, bu
gelenekten nasıl yararlanılacağına dair ‘sezgi dili’ni ortaya koyar. Onun şiirinde sadece
hayvan, bitki ve nesneler değil, soyut kavramlar da kişileştirmenin odağında boy gösterir.
‘Kırık Dökük Beste’ şiirinde bunu şöyle örnekler: ‘çağrıldığım bostan/ ölümler
kuşhanesi dilde artık/ sabrı sütü emziren ağulandı/ ipeğe kışkırttığım imge/ taşta kol gibi
uyandı’ ‘Sabır’ ve ‘imge’nin ‘emzirme’ ve ‘uyanma’ eylemleriyle metafora
dönüştürülmesi bakımından önemlidir bu örnek.

Nevruz Uğur’un edebiyat dünyasına girdiği dönem, 12 Eylül zulmünün başlangıcına
denk gelir. O dönemde ülkenin üzerindeki karabasana karşı soyutlamanın yoğunlaştığı
bir şiir diliyle duruş geliştirenler boy gösterir dergilerde. O, yoksul köylülüğün
cenderesinden sıyrılarak İstanbul’da kendi dilini kurmaya çalışırken, karanlığa ışıltılı
çizikler atmaya çalışır. Ancak yıllarca süren karanlığın yol açtığı renk körlüğünün
kuşatılmışlığında zaman zaman umutsuzluğa düşer ve bu duruma isyan eden şiirler
kaleme alır. ‘Efendim Türkiye’ şiirinde içinden geçtiği hayatı ustaca resmeden Nevruz,
‘an/geniş zaman’ diyalektiğini anıştırma yoluyla güçlendirir. Şöyle: ‘Bazen Yunus’a
bazen Pir Sultan’ benzetildik/ yarı üzüm yarı melekti yüreğimiz/ urgan ve ateşle denendi/
sökemedik içimizin valsına çöken pençeleri/ uçamadık çocuklara/ kanatlarımız kıyıldı
gül kokuları inerken sabahlara/ fil izlerinden geçtik’ Sitem ve isyanın dile geldiği
şiirlerinden biri de ‘Aykırı Bir Sitem’dir. ‘Teneke çalmak’ deyiminin tersinlemeyle
kullanıldığı şiirin ilk bölümü şöyle: ‘onları alkışlıyorsanız bana teneke alçın/ ilgileriniz
coşkularınız size kalsın/ götürün’ bir işe yarar mahlenizde, evinizde’ Burada, ‘alkışlama’
kültürüne derin bir tavır alış söz konusu olduğu kadar, popülerliği öne çıkaran ve post-
modernliğe gömülenlere ciddi bir eleştiri de var.
Onun şirinde ‘süt’ ve ‘ekmek kokusu’ görülür. Çünkü o, ‘Ki!...’ başlıklı yazısına şöyle
giriş yapar: ‘Süt ve ekmek kokusu içinde gözlerime uyanan Amik ovasına bakıyorum.’
Böyle bir bakışla hayata koşan şairin, ‘Öykücü’ şiirinde ‘seni hecemin çiçeklerinden/
imgemin yarıldığı yerden/ suskumun sonsuz denizinden/ sabahın süt ve papatya
vaktinde/ kopardılar gerçeğin tırnaklarıyla/ ağlasam çözülür bulutlar/ sussam kör olurum’
demesi, kaçınılmaz değil mi’ Şair duyarlığının, solan renklere can katmak olduğunu,
bunu yaparken de ‘can verme’nin, büyük acıyla bezenmiş heyecanını yaşadığını görüyoruz.

Yüreği Sarınehir’de atan şair soyundan gelen Nevruz Uğur, Edebiyat 81 dergisinde
yayımlanan ‘Filistin’de Kan Konuşuyor’ şiirinde, ‘şimdi Filistinli bir gülüm/ Takıldım
yakasına cümle halkların/ Ekildiğim topraklarda öldürüldüm/ Görmüşüm son mucizesini
kutsal asanın/ Kollarında can veren kardeşlerimdi Musa’nın’ diyerek, tarih bilinci
kazanamamış halkların, değiştirilmesi gereken kaderine odaklanır. Savaşa karşı
dizeleriyle mücadele eden şair, ‘Gecenin Göklerinde Yanarken Sesim’ adlı ilk kitabında
şöyle haykırır: ‘mataramda acı su/ yüreğimde memleket/ vur emri çıktı çıkalı/ dost değil
elimdeki/ katil meret’

‘Aşk, sevgi, ayrılık, ölüm’ temalarını işlemeyen şair yoktur; ancak yakalanan
duyarlıklar farklıdır ya da bunların dile dökülmesi’ ‘Yakar mısın’’ şiirinde aşk ve ayrılığı
şöyle şiir diline dönüştürür Nevruz : ‘kalbimi toplayıp kalbinin nakışlarından/ gitmiştim
menekşe renkli yangınlara/ sormasan da söylerler/ tam da sönecekken’ ikram edilir
ayrılık/ yakar mısın’’

En son okuduğum şiiri ise, cep telefonundan mesaj olarak gelendi. Anladığım
kadarıyla ameliyat için gittiği İstanbul’dan gönderdiği bu şiirle ‘ok’u, ‘yılkı atı’nın
acılarından çıkarmayı imliyor Nevruz Uğur. Şöyle:
‘Galiba/ biraz uzak sisler, biraz uzak yerler/ hani derler’.(di) // ah eğri Çocuk, kart
kelebek/ şiirin yılkı atı/ sana mı kaldı kutsal kıraati’ // Birkaç kelime, birkaç imge, bir de
birkaç’ (nen) // bırak şikayeti / galiba yaşadın sen / ağlatma hikayeyi’ Ona, sağlıklı bir
yaşam dileğiyle ‘ağrısız hikaye’ gönderiyorum buradan.

Onun şiirine dair, kesinleşmiş şeyler söylemek için henüz erken.
Doğrusu, biyolojik yaşlılığa doğru evrilen bir kuşağın temsilcileri olarak, kendimizi
üretim ve yaratımda hep genç kılmaya çalışıyoruz. Nevruz Uğur, nesnel gerçekliğe
teslim olmadan sanat gerçeğinin okuyla koşmaya devam ediyor. Bu ok, nerede düşer
bilemeyiz ama söyleyecek bir sözümüz var : Yayımızı kırmaya yeltenenler utansın.
Sevgili Nevruz’un, ‘mızrak gibi saplandığı’ Amik’ten, nakış nakış şiir örmeye devam
ettiğini bilmek, tüm yenilmiş haklarımıza karşın, bizi gönendirmektedir. Şiir yolculuğun
açık olsun Nevruz Uğur’

Müslüm Kabadayı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder