15 Haziran 2012 Cuma

“KİTAP ÜSTÜNE KİTAP KOYANLAR”DAN: HOCA BEKİR EFENDİ


“KİTAP ÜSTÜNE KİTAP KOYANLAR”DAN: HOCA BEKİR EFENDİ

Taş ustaları, özellikle nahit taş ustaları keski, murç, taraklarıyla resim yaparlar. Onların taşa verdikleri her süste özlemler, düşler ve doğadan yanımsalar yer alır. Eski evler, konaklar, çeşmeler, hanlar, hamamlar, köprülere renk veren bu taşların yerini beton, çelik karkas almaya başladıktan bu yana iki şey kayboldu; birincisi “el emeği göz nuru” denen insan merkezli işçilik, ikincisi de o taşlara desen veren insanların yansıttıkları duygular, binlerce yılda oluşmuş taş işleme kültürü…
Midyat’ta yeniden çoğalmaya başlayan taş ustalarının yeni desenler vererek yapıları süsledikleri taş, katori denen kalker… Sıcağı ve suyu görünce sertleşen bu taşa, doğduğum köyde (Yayladağı’na bağlı Kışlak’ta) “kedden”, Birecik ve Urfa'da ise “havara daşı” denir. Çocukluğumuzda oyuncak kağnı, araba, radyo, ev yapardık keddenden. Bizim başlı başına bir uğraş, eğlenceydi bunları yapmak. Büyüklerse, yapıda köşe taşı olarak kullanırlardı. Sonra yapı ustalarına dikkat ettiğimizde bu taşları çatarken aralarına “tağdil” ya da “kalak” denen küçük taşlar yerleştirdiklerini, sonra da bunları çamur yahut çimento harcıyla kaynaştırdıklarını gördük. Yalnız taşın duvar olmayacağını öğrendik böylece. Bir bakıma taş ustalarının emekleriyle yaptıklarını, biz soyutlamış olduk. Zamanla yaşam deneyimimiz çoğaldıkça, soyutlama yeteneğimiz geliştikçe doğadaki varlıkların insan aklı ve eliyle yeni biçimler almasının, bunların estetik nitelik kazanmasının “sanat”ı oluşturduğunu kavradık. Felsefe olarak tarihi ve diyalektik materyalizmi kılavuz edindikçe de, doğada her şeyin zıddıyla var olduğunu ve bunların çatışma ve ilişkilerinden yeni maddelerin, yeni düşüncelerin ortaya çıktığını bilincimize yerleştirdik.
Uygarlık tarihini incelediğimizde de toplumların gelişiminde üretici güçlerin, üretim ilişkilerinin, sınıflar savaşımının ne denli önemli fark ettik. Dolayısıyla hem toplumsal devinimde hem de yaşamın her alanındaki yaratıcılıkta “özne”nin konumunu dikkate alan, birikimlerin zamanla devrimlere kapı araladığını gözeten bir anlayışla yaşama müdahil olmaya başladık. Bu çerçevede çalıyı başından sürükleyip atan değil, bilimsel yöntemle olayları çözümleyen ve doğayla toplumun çevresel uyumunu bozmadan eşitlikçi ve özgürlükçü yaşam biçiminin dayanaklarını yaratmayı amaçlayan bir çizgi izlemeyi benimsedik. Biz toplumcu insanlar bunun mücadelesini sürdürürken, kuşkusuz bizi kuşatan koşulların da etkilerini üstümüzde taşıdık. Bu çevrimde “sınıf bilinci” kadar “tarih bilinci”nin de çok önemli olduğunu algılayanlar, karşılaştıkları olumsuzluklarla, hatta yıkımlarla baş edebilmeyi başardılar. Tersi durumlarda çok büyük acılar, savrulmalar gündeme geldi. İşte insanı küçülten, nesneleştiren yıkımlara karşı sınıf ve tarih bilinciyle üretmeye, mücadeleye devam eden insanlardan biri olan Mete Alpsar’la tanışıklığımız, bir süredir dostluğa dönüştü. Hızla ve sağlam zeminde gelişen dostluğumuzun harcında sınıf bilinci, sanatsal ortaklık yanında tarih bilincimizin parçası olan geçmişimizden devraldığımız kültürel birikimin de payı var.
“Geçmişimizden devraldığımız kültürel birikimimiz”den kastettiğim şu: Mete Alpsar’ın büyük dedesi, yani annesin dedesi Hoca Bekir Efendi’nin Antakya’da ilk rüştiyeyi ve kütüphaneyi kuran kişi olması. Benim, Suriye sınırındaki köyümüzden çıkıp Düziçi İlköğretmen Okulu’nda okumaya gittiğim 1971’de İl Milli Eğitim Müdürlüğü olan Asi kıyısındaki (İnönü Caddesi’nde) bir binada, daha sonra açılan Antakya Halk Kütüphanesi’nin duvarında gördüğüm sakallı bir fotoğrafın yansıttığı bilge görünüşlü kişi, yıllar sonra öğreniyorum ki Mete Alpsar’ın dedesiymiş. Emekli maden mühendisi olan, şair-yazarlığı yanında Ankara’daki Tiyatro Özgün Deneme oyuncularından olan ve şimdilerde eşi ve arkadaşlarıyla ilköğretim okullarında 'Çocuk Oyununu' sahneleyen Mete Alpsar adını, 30 yıl önce duymuş; kardeşi Ömer’i 1978’de ODTÜ’de öğrenciyken tanımış olmama karşın, 2012 başından itibaren diyalogumuz yoğunlaştığı için, Bekir Hoca Efendi’nin onun büyük dedesi olduğunu yeni öğrenmem de doğal sayılabilir. Ancak, ben bu geç kalmışlığı kendime yediremedim. Böylece Ankara’da yaşamakta olan annesi Türkan Alpsar ile İstanbul’da oturan dayısı Şahap Meteer’e kendisinin çabasıyla ulaşıp görüşmeler yaptım. Doğrusu edindiğim bilgilerin sevincini siz okurlarla paylaşırken, bu ailenin mutlaka bir belgeselinin da yapılması gerektiğini satır arasında belirtmeliyim.
          Hoca Bekir Efendi’yle ilgili torunları Türkan Alpsar ve Şahap Meteer, annelerinden öğrendiklerinden akıllarında kaldığı kadarıyla bilgililer. Ellerinde herhangi bir kayıt, belge yok üç fotoğraftan başka. Ona dair kısa özyaşamöyküsü kaleme alan ve kendisiyle 1990’larda tanıştığımda Antakya Halk Kütüphanesi’nin Müdürlüğü’nü yapan Bülent Nakip, şu bilgiyi vermektedir: “Antakya Kütüphanesi’ne adı verilen Bekir Efendi, 1824 yılında Kayseri’nin İncesu ilçesinde doğmuş, Muallim Mektebi’ni (Öğretmen Okulu) pekiyi derece ile bitirmiş zeki ve çalışkan bir kişiydi. 1850’li yıllarda Antakya’ya geldi. 1870’li yıllarda Rüştiye’yi (Ortaokul) bizzat kurarak 25 yıl kadar bu okulda “muallim-i evvellik” (başöğretmenlik) yaptı. Antakya’da eğitimin gelişmesi konusunda büyük hizmetleri oldu. Yüzlerce öğrenci yetiştirdi. Arapça ve Farsça dillerini çok iyi biliyordu. Pozitif bilimleri de öğrenmişti. Milli duyguları çok güçlü olduğundan, Fransızlar Hatay’ı işgal ettiği zaman dayanamayarak 1921 yılında Antakya’yı terk edip Urfa’ya gidecek, 1925 yılında Birecik ilçesinde vefatına kadar orada yaşayacaktı. Antakya’da “Mektep Hocası” sıfatıyla tanınan Bekir Efendi öldüğü zaman 101 yaşındaydı. Babası gibi oğlu (Nadir Bilge) ve kızı (Havva Hanım) da öğretmendi. 60 yıl fiilen öğretmenlik yapmış, 84 yaşında emekli olmuştu.” Bu bilgilendirmenin bir cümlesinde değişiklik yapmaya ihtiyaç var; torunlarının verdiği bilgiye göre, Hoca Bekir Efendi 1921’de Antakya’dan Urfa’ya değil, oğlu Nadir Bey, kızı Havva Hanım ve torunu Şahap’la önce Adana’ya giderler.
Antakya’daki kütüphane kültürü çok eskilere dayanır. Roma döneminde Antakya’da ilk kütüphaneyi bir şairin kurduğu bilinir. Süryanilerin kurduğu ve zengin kütüphanesiyle tanınan Antakya Akademisi önemlidir. Kavimler kavşağında bulunan Antakya, bu birikimini zaman zaman gündeme gelen büyük depremler ve savaşlar nedeniyle yitirmek durumunda kalmıştır. 19. yüzyılın ikinci yarısında Antakya’ya gelen Hoca Bekir Efendi de, Rauf Efendi’yle birlikte öğrencileri başta olmak üzere halkın yararlandığı bir kütüphane kurmaya başlar. Kendisi 1921’de Antakya’dan ayrılıp 1925’te Birecik’te öldükten sonra 1926’da “Gençspor” adıyla bir gençlik kulübü kurulur. Bu kulüp 1931’de “Halk Kütüphanesi” kurarak kısa sürede halkın yoğun ilgisini toplar. Giderek işgal karşıtı bir odak haline gelince de Fransızların tepkisini çeker. Kütüphaneyi spor kulübünün açamayacağı iddiasıyla kapatırlar. Bunun üzerine kulüp başkanı Sıtkı Nakip’in önerisiyle Antakya’nın eğitimine ve kitap ihtiyacının giderilmesine yönelik büyük emek verdiği için “Hoca Bekir Efendi Kütüphanesi”ne dönüştürürler. 1938’de kurulan Hatay Devleti döneminde “Milli Kütüphane” olarak hizmet veren bu yapı, 1940’da “Antakya Umumi Kütüphanesi”ne dönüştürülür.
2005’ten beri Cemil Meriç İl Halk Kütüphanesi olarak faaliyette bulunan binadaki kitaplardan yaklaşık 500 tanesinin Hoca Bekir Kütüphanesi döneminden kaldığı belirtilmektedir. Buradaki yazma eserlerin, Konya’daki Yazma Eserler Kütüphanesi’ne gönderildiği dikkate alındığında, “Hoca Bekir Efendi’nin kendisinin el yazısıyla kaleme aldığı herhangi bir çalışması, bu eserler arasında yer alıyor mu?” sorusu araştırmayı hak etmektedir.
Burada yeri gelmişken bir saptama yapmak istiyorum. Antakya’da 19 yüzyıl sonu ve 20 yüzyıl başlarında kütüphaneciliğin gelişiminde, ve eğitimde önemli rol oynamış Hoca Bekir Efendi ile Rauf Efendi’nin Kafkas kökenli halklardan olduğu dikkate alındığında, tarihin değişik dönemlerinde Antakya’nın, dışarıdan gelen bilim, sanat, edebiyat vd. alanlarda birikimli insanlara her zaman kapısını açık tuttuğu görülüyor. Yunanlı şair Konstantin Kavafis’in de Antakya’da uzun süre yaşamış olması, bunun bir başka örneğidir.
15 Nisan 2012’de İstanbul’daki evinde eşim Sevda Hanım ve şair Sabahattin Yalkın’la birlikte kendisini ziyaret ettiğimiz torun Şahap Meteer (emekli subay), dedesi Hoca Bekir Efendi’yle birlikte, babasından boşanan annesi Havva Hanım’ın yanında Adana’ya göçtüklerini söylüyor. Türkan Hanım da, annesinin Fransız işgalinde yaşamayı kabul etmediği için Antakya’dan ayrıldığını vurguluyor. Şahap Bey’in belirttiğine göre de anneleri Havva Hanım ve dayıları Nadir Bey, öğretmen olmaları yanında Antakya’da kurulan Selamet-i Belde Cemiyeti’nin üyeleriymiş. Anlaşıldığı kadarıyla işgale karşı ciddi bir mücadeleye giriştikleri için Fransızların boy hedefi haline geliyorlar. Haklarında çıkan yakalama kararı, hatta vur emri üzerine Antakya’dan ayrılmak zorunda kalıyorlar. Ancak bazı kaynaklarda bu cemiyetle ilgili olarak da çok farklı bir bilgi dikkati çekmektedir. Şahap Bey ve Türkan Hanım, annelerinin kendilerine, “O zaman sınır Payas’taydı, orada bir yakınımız vardı, babam onunla bağ kurarak bizim sınırdan geçip Adana’ya gitmemizi sağladı.” dediğini dile getiriyorlar.

          Bu noktada dikkat çeken farklı bir bilgi var. “Ankara Andlaşması’nın imzalanmasından hemen sonra Fransız idarecileri boş durmamış, bölgede etnik ve dini yönden ikilik çıkaracak durumlardan istifadeye çalışmıştı. Ancak bunu kamufle edebilmek için Antakya’da bu etnik grupların oluşturacağı, sözde iktisadi ve içtimai maksatla bir gençlik teşekkülü kurmayı da ihmal etmemişlerdir. Adını “Selamet-i Belde” koydukları bu teşkilat fazla itibar görmemiş, bir müddet sonra cemiyet azaları arasında anlaşmazlıklar çıkmış ve cemiyet kapanmıştı.” (Hatay'ın Anavatan'a İlhakının Türk Dış Politikasındaki Yeri, Yrd. Doç. Dr. Ergünöz Akçora ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 32, Cilt: XI, Temmuz 1995) Havva Hanım’la Nadir Bey’in genç öğretmenler olarak yurtsever düşünceyle bu dernekte mücadele etmeleri, onlar gibi düşünen diğer üyelerle Fransızlarla uyumlu yaşamayı düşünenler arasındaki çatışma sonucunda söz konusu örgütün dağıldığı düşünülebilir. Bu dönemde Fransız işgaline karşı memleketi “kurtuluş ve kurtarış mücadelesi”yle öne çıkan Nuri Aydın Konuralp, Selamet-i Belde’nin iki yüzü olduğunu belirtmektedir. “Dış yüzü”nde Fransızlarla uyumlu bir yönetim, “iç yüzü”nde ise yurtsever direnişçilerin gizli faaliyet yürüttükleri bir yapı. Hoca Bekir Efendi’nin oğlu Nadir Bilge’nin de direnişçi faaliyet içinde olduğunu dile getiren Nuri Aydın Konuralp’in, Nadir Bey’le ortak bir noktası da dikkat çekmektedir. O da Nadir Bey’den birkaç yıl önce Halep Öğretmen Okulu’nu birincilikle bitirip öğretmen olmuştur. Başka örnekler de dikkate alındığında o dönemde Halep Öğretmen Okulu’nun, yurtsever ve toplumcu aydınların yetişmesinde önemli rol oynadığını söyleyebiliriz.

Hoca Bekir Efendi’nin 97 yaşındayken çocukları ve torunuyla birlikte Antakya’dan ayrılmasının, yaklaşık 70 yıl önce geldiği ve 50 yıla yakın öğretmenlik yaptığı bu kentten kopmanın onun için ne denli güç olduğunu anlamak zor değil. Hele kızı Havva Hanım’ın, Fransız işgali konusunda kendileri gibi düşünmeyen, çalışmadan ailesinin birikimiyle yaşamayı tercih eden eşi Mehmet Vefa’dan ayrılıp çocuğuyla birlikte Adana’ya gitmeyi göze alması, yurtseverlik bilincinin ne kadar güçlü olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Bu noktada Havva Hanım’ın bu ilk evliliğine dair çocuklarının verdiği bilgiler ışığında bir not düşmek gerekiyor. Hoca Bekir Efendi Antakya’ya geldiğinde kentin ileri gelen, kültürlü ailelerinden Çeçen kökenli Rauf Efendi’yle dostluk kuruyor. Bu dostluğun bir ifadesi olarak kızı Havva Hanım’la Rauf Efendi’nin ailesinden Mehmet Vefa’nın evlenmesine olur veriyor. Ancak, damadının tembelliğinden de sürekli şikayetçi olduğu, kızı ayrılmak istediğinde de onunla birlikte hareket ettiği anlaşılıyor.
Ailenin Urfa Birecik’e gitmesinin hikayesi de şuna dayanıyor: Nadir Bey, Halep Öğretmen Okulu’nda okurken sınıf arkadaşı ve okul birincisi olan arkadaşı Şakir Bey (Soyadı kanunu çıktığında “Bilgel” oluyor.) Havva Hanım’la evlenmek istiyor. Okul bittikten sonra Birecik’te öğretmenliğe başlayan Şakir Bey, bir gün işgal altındaki Antakya’ya geliyor ama Havva Hanım’ın evlendiğini öğreniyor. Çok üzülüyor. Gün gelip de Nadir Bey’den (“Bilge” soyadını alıyor.) aldığı bir mektupla kardeşi Havva Hanım’ın eşinden ayrılarak Adana’ya geldiğini öğreniyor ve hemen onları ziyarete gidiyor. Orada evlenmeye karar veriyorlar, daha sonra da onların atamalarının Birecik’e yapılması üzerine Hoca Bekir Efendi de Birecik’e geliyor. Tahminen iki yıl burada yaşadıktan sonra 1925’te ölüyor ve dileği üzerine içinden suların aktığı bahçeler içindeki bir mezara defnediliyor.
1927’de Birecik’te doğan Türkan Alpsar, annesi Havva Hanım’ın 1897’de Antakya’da doğduğunu, çok iyi resim yaptığını ve çok iyi ud çaldığını söylüyor. Dayısı Nadir Bey’in ise 1893’te Antakya’da doğduğunu belirtiyor. Eski takvimle 1335’te, Miladi 1919’da Antakya’da dünyaya gelen Şahap Meteer’in anlatımına göre, Hoca Bekir Efendi Antakya Rüştiyesi’nin kurucusu olduğu için, “Maarif Emini” teftiş yaparken Havva Hanım’ın marifetli çalışmalarını görünce bu okulda öğretmen olarak çalışması için görev yazısı çıkartır.  Böylece çok genç yaşta öğretmenliğe başlayan Havva Hanım, gerek aydınlanmacı bilinci, gerekse mesleğindeki başarılarıyla Cumhuriyet’in ilk kuşak eğitimcileri arasında yer alır.      
Bu insanların birikimlerini bilincinde taşıyan dostum Mete Alpsar’ın, onların anılarından yararlanmamız için kapsamlı çalışma yaptığını öğrenmenin sevinciyle, taş ustalarının inceliklerine benzer biçimde kitap üstüne kitap koyanları saygıyla anıyorum. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder