“KİTAP
ÜSTÜNE KİTAP KOYANLAR”DAN: HOCA BEKİR EFENDİ
Taş ustaları, özellikle nahit taş
ustaları keski, murç, taraklarıyla resim yaparlar. Onların taşa verdikleri her
süste özlemler, düşler ve doğadan yanımsalar yer alır. Eski evler, konaklar,
çeşmeler, hanlar, hamamlar, köprülere renk veren bu taşların yerini beton,
çelik karkas almaya başladıktan bu yana iki şey kayboldu; birincisi “el emeği
göz nuru” denen insan merkezli işçilik, ikincisi de o taşlara desen veren
insanların yansıttıkları duygular, binlerce yılda oluşmuş taş işleme kültürü…
Midyat’ta yeniden çoğalmaya başlayan taş
ustalarının yeni desenler vererek yapıları süsledikleri taş, katori denen
kalker… Sıcağı ve suyu görünce sertleşen bu taşa, doğduğum köyde (Yayladağı’na
bağlı Kışlak’ta) “kedden”, Birecik ve Urfa'da ise “havara
daşı” denir. Çocukluğumuzda oyuncak
kağnı, araba, radyo, ev yapardık keddenden. Bizim başlı başına bir uğraş,
eğlenceydi bunları yapmak. Büyüklerse, yapıda köşe taşı olarak kullanırlardı.
Sonra yapı ustalarına dikkat ettiğimizde bu taşları çatarken aralarına “tağdil”
ya da “kalak” denen küçük taşlar yerleştirdiklerini, sonra da bunları çamur
yahut çimento harcıyla kaynaştırdıklarını gördük. Yalnız taşın duvar
olmayacağını öğrendik böylece. Bir bakıma taş ustalarının emekleriyle
yaptıklarını, biz soyutlamış olduk. Zamanla yaşam deneyimimiz çoğaldıkça,
soyutlama yeteneğimiz geliştikçe doğadaki varlıkların insan aklı ve eliyle yeni
biçimler almasının, bunların estetik nitelik kazanmasının “sanat”ı
oluşturduğunu kavradık. Felsefe olarak tarihi ve diyalektik materyalizmi
kılavuz edindikçe de, doğada her şeyin zıddıyla var olduğunu ve bunların
çatışma ve ilişkilerinden yeni maddelerin, yeni düşüncelerin ortaya çıktığını
bilincimize yerleştirdik.
Uygarlık tarihini incelediğimizde de
toplumların gelişiminde üretici güçlerin, üretim ilişkilerinin, sınıflar
savaşımının ne denli önemli fark ettik. Dolayısıyla hem toplumsal devinimde hem
de yaşamın her alanındaki yaratıcılıkta “özne”nin konumunu dikkate alan,
birikimlerin zamanla devrimlere kapı araladığını gözeten bir anlayışla yaşama
müdahil olmaya başladık. Bu çerçevede çalıyı başından sürükleyip atan değil,
bilimsel yöntemle olayları çözümleyen ve doğayla toplumun çevresel uyumunu
bozmadan eşitlikçi ve özgürlükçü yaşam biçiminin dayanaklarını yaratmayı
amaçlayan bir çizgi izlemeyi benimsedik. Biz toplumcu insanlar bunun
mücadelesini sürdürürken, kuşkusuz bizi kuşatan koşulların da etkilerini
üstümüzde taşıdık. Bu çevrimde “sınıf bilinci” kadar “tarih bilinci”nin de çok
önemli olduğunu algılayanlar, karşılaştıkları olumsuzluklarla, hatta yıkımlarla
baş edebilmeyi başardılar. Tersi durumlarda çok büyük acılar, savrulmalar
gündeme geldi. İşte insanı küçülten, nesneleştiren yıkımlara karşı sınıf ve
tarih bilinciyle üretmeye, mücadeleye devam eden insanlardan biri olan Mete
Alpsar’la tanışıklığımız, bir süredir dostluğa dönüştü. Hızla ve sağlam zeminde
gelişen dostluğumuzun harcında sınıf bilinci, sanatsal ortaklık yanında tarih
bilincimizin parçası olan geçmişimizden devraldığımız kültürel birikimin de
payı var.
“Geçmişimizden devraldığımız kültürel
birikimimiz”den kastettiğim şu: Mete Alpsar’ın büyük dedesi, yani annesin
dedesi Hoca Bekir Efendi’nin Antakya’da ilk rüştiyeyi ve kütüphaneyi kuran kişi
olması. Benim, Suriye sınırındaki köyümüzden çıkıp Düziçi İlköğretmen Okulu’nda
okumaya gittiğim 1971’de İl Milli Eğitim Müdürlüğü olan Asi kıyısındaki (İnönü
Caddesi’nde) bir binada, daha sonra açılan Antakya Halk Kütüphanesi’nin
duvarında gördüğüm sakallı bir fotoğrafın yansıttığı bilge görünüşlü kişi,
yıllar sonra öğreniyorum ki Mete Alpsar’ın dedesiymiş. Emekli maden mühendisi
olan, şair-yazarlığı yanında Ankara’daki Tiyatro
Özgün Deneme oyuncularından olan ve şimdilerde eşi ve arkadaşlarıyla ilköğretim
okullarında 'Çocuk Oyununu' sahneleyen Mete Alpsar adını, 30 yıl önce duymuş; kardeşi Ömer’i 1978’de
ODTÜ’de öğrenciyken tanımış olmama karşın, 2012 başından itibaren diyalogumuz
yoğunlaştığı için, Bekir Hoca Efendi’nin onun büyük dedesi olduğunu yeni
öğrenmem de doğal sayılabilir. Ancak, ben bu geç kalmışlığı kendime
yediremedim. Böylece Ankara’da yaşamakta olan annesi Türkan Alpsar ile
İstanbul’da oturan dayısı Şahap Meteer’e kendisinin çabasıyla ulaşıp görüşmeler
yaptım. Doğrusu edindiğim bilgilerin sevincini siz okurlarla paylaşırken, bu
ailenin mutlaka bir belgeselinin da yapılması gerektiğini satır arasında
belirtmeliyim.
Hoca
Bekir Efendi’yle ilgili torunları Türkan Alpsar ve Şahap Meteer, annelerinden
öğrendiklerinden akıllarında kaldığı kadarıyla bilgililer. Ellerinde herhangi
bir kayıt, belge yok üç fotoğraftan başka. Ona dair kısa özyaşamöyküsü kaleme
alan ve kendisiyle 1990’larda tanıştığımda Antakya Halk Kütüphanesi’nin
Müdürlüğü’nü yapan Bülent Nakip, şu bilgiyi vermektedir: “Antakya
Kütüphanesi’ne adı verilen Bekir Efendi, 1824 yılında Kayseri’nin İncesu
ilçesinde doğmuş, Muallim Mektebi’ni (Öğretmen Okulu) pekiyi derece ile
bitirmiş zeki ve çalışkan bir kişiydi. 1850’li yıllarda Antakya’ya geldi.
1870’li yıllarda Rüştiye’yi (Ortaokul) bizzat kurarak 25 yıl kadar bu okulda
“muallim-i evvellik” (başöğretmenlik) yaptı. Antakya’da eğitimin gelişmesi
konusunda büyük hizmetleri oldu. Yüzlerce öğrenci yetiştirdi. Arapça ve Farsça
dillerini çok iyi biliyordu. Pozitif bilimleri de öğrenmişti. Milli duyguları
çok güçlü olduğundan, Fransızlar Hatay’ı işgal ettiği zaman dayanamayarak 1921
yılında Antakya’yı terk edip Urfa’ya gidecek, 1925 yılında Birecik ilçesinde
vefatına kadar orada yaşayacaktı. Antakya’da “Mektep Hocası” sıfatıyla tanınan
Bekir Efendi öldüğü zaman 101 yaşındaydı. Babası gibi oğlu (Nadir Bilge) ve
kızı (Havva Hanım) da öğretmendi. 60 yıl fiilen öğretmenlik yapmış, 84 yaşında
emekli olmuştu.” Bu bilgilendirmenin bir cümlesinde değişiklik yapmaya ihtiyaç
var; torunlarının verdiği bilgiye göre, Hoca Bekir Efendi 1921’de Antakya’dan
Urfa’ya değil, oğlu Nadir Bey, kızı Havva Hanım ve torunu Şahap’la önce
Adana’ya giderler.
Antakya’daki kütüphane kültürü çok
eskilere dayanır. Roma döneminde Antakya’da ilk
kütüphaneyi bir şairin kurduğu bilinir. Süryanilerin kurduğu ve zengin
kütüphanesiyle tanınan Antakya Akademisi önemlidir. Kavimler kavşağında bulunan
Antakya, bu birikimini zaman zaman gündeme gelen büyük depremler ve savaşlar
nedeniyle yitirmek durumunda kalmıştır. 19. yüzyılın ikinci yarısında
Antakya’ya gelen Hoca Bekir Efendi de, Rauf Efendi’yle birlikte öğrencileri
başta olmak üzere halkın yararlandığı bir kütüphane kurmaya başlar. Kendisi
1921’de Antakya’dan ayrılıp 1925’te Birecik’te öldükten sonra 1926’da
“Gençspor” adıyla bir gençlik kulübü kurulur. Bu kulüp 1931’de “Halk
Kütüphanesi” kurarak kısa sürede halkın yoğun ilgisini toplar. Giderek işgal
karşıtı bir odak haline gelince de Fransızların tepkisini çeker. Kütüphaneyi
spor kulübünün açamayacağı iddiasıyla kapatırlar. Bunun üzerine kulüp başkanı
Sıtkı Nakip’in önerisiyle Antakya’nın eğitimine ve kitap ihtiyacının
giderilmesine yönelik büyük emek verdiği için “Hoca Bekir Efendi Kütüphanesi”ne
dönüştürürler. 1938’de kurulan Hatay Devleti döneminde “Milli Kütüphane” olarak
hizmet veren bu yapı, 1940’da “Antakya Umumi Kütüphanesi”ne dönüştürülür.
2005’ten beri Cemil Meriç İl Halk
Kütüphanesi olarak faaliyette bulunan binadaki kitaplardan yaklaşık 500
tanesinin Hoca Bekir Kütüphanesi döneminden kaldığı belirtilmektedir. Buradaki
yazma eserlerin, Konya’daki Yazma Eserler Kütüphanesi’ne gönderildiği dikkate
alındığında, “Hoca Bekir Efendi’nin kendisinin el yazısıyla kaleme aldığı
herhangi bir çalışması, bu eserler arasında yer alıyor mu?” sorusu araştırmayı
hak etmektedir.
Burada yeri gelmişken bir saptama yapmak
istiyorum. Antakya’da 19 yüzyıl sonu ve 20 yüzyıl başlarında kütüphaneciliğin
gelişiminde, ve eğitimde önemli rol oynamış Hoca Bekir Efendi ile Rauf
Efendi’nin Kafkas kökenli halklardan olduğu dikkate alındığında, tarihin
değişik dönemlerinde Antakya’nın, dışarıdan gelen bilim, sanat, edebiyat vd.
alanlarda birikimli insanlara her zaman kapısını açık tuttuğu görülüyor.
Yunanlı şair Konstantin Kavafis’in de Antakya’da uzun süre yaşamış olması,
bunun bir başka örneğidir.
15 Nisan 2012’de İstanbul’daki evinde
eşim Sevda Hanım ve şair Sabahattin Yalkın’la birlikte kendisini ziyaret
ettiğimiz torun Şahap Meteer (emekli subay), dedesi Hoca Bekir Efendi’yle
birlikte, babasından boşanan annesi Havva Hanım’ın yanında Adana’ya
göçtüklerini söylüyor. Türkan Hanım da, annesinin Fransız işgalinde yaşamayı
kabul etmediği için Antakya’dan ayrıldığını vurguluyor. Şahap Bey’in
belirttiğine göre de anneleri Havva Hanım ve dayıları Nadir Bey, öğretmen
olmaları yanında Antakya’da kurulan Selamet-i Belde Cemiyeti’nin üyeleriymiş.
Anlaşıldığı kadarıyla işgale karşı ciddi bir mücadeleye giriştikleri için
Fransızların boy hedefi haline geliyorlar. Haklarında çıkan yakalama kararı,
hatta vur emri üzerine Antakya’dan ayrılmak zorunda kalıyorlar. Ancak bazı
kaynaklarda bu cemiyetle ilgili olarak da çok farklı bir bilgi dikkati
çekmektedir. Şahap Bey ve Türkan Hanım, annelerinin kendilerine, “O zaman sınır
Payas’taydı, orada bir yakınımız vardı, babam onunla bağ kurarak bizim sınırdan
geçip Adana’ya gitmemizi sağladı.” dediğini dile getiriyorlar.
Bu noktada dikkat çeken farklı bir
bilgi var. “Ankara Andlaşması’nın imzalanmasından hemen sonra Fransız
idarecileri boş durmamış, bölgede etnik ve dini yönden ikilik çıkaracak
durumlardan istifadeye çalışmıştı. Ancak bunu kamufle edebilmek için Antakya’da
bu etnik grupların oluşturacağı, sözde iktisadi ve içtimai maksatla bir gençlik
teşekkülü kurmayı da ihmal etmemişlerdir. Adını “Selamet-i Belde” koydukları bu
teşkilat fazla itibar görmemiş, bir müddet sonra cemiyet azaları arasında
anlaşmazlıklar çıkmış ve cemiyet kapanmıştı.” (Hatay'ın Anavatan'a İlhakının
Türk Dış Politikasındaki Yeri, Yrd. Doç. Dr. Ergünöz Akçora ATATÜRK
ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 32, Cilt: XI, Temmuz 1995) Havva Hanım’la
Nadir Bey’in genç öğretmenler olarak yurtsever düşünceyle bu dernekte mücadele
etmeleri, onlar gibi düşünen diğer üyelerle Fransızlarla uyumlu yaşamayı
düşünenler arasındaki çatışma sonucunda söz konusu örgütün dağıldığı
düşünülebilir. Bu dönemde Fransız işgaline karşı memleketi “kurtuluş ve
kurtarış mücadelesi”yle öne çıkan Nuri Aydın Konuralp, Selamet-i Belde’nin iki
yüzü olduğunu belirtmektedir. “Dış yüzü”nde Fransızlarla uyumlu bir yönetim,
“iç yüzü”nde ise yurtsever direnişçilerin gizli faaliyet yürüttükleri bir yapı.
Hoca Bekir Efendi’nin oğlu Nadir Bilge’nin de direnişçi faaliyet içinde
olduğunu dile getiren Nuri Aydın Konuralp’in, Nadir Bey’le ortak bir noktası da
dikkat çekmektedir. O da Nadir Bey’den birkaç yıl önce Halep Öğretmen Okulu’nu
birincilikle bitirip öğretmen olmuştur. Başka örnekler de dikkate alındığında o
dönemde Halep Öğretmen Okulu’nun, yurtsever ve toplumcu aydınların yetişmesinde
önemli rol oynadığını söyleyebiliriz.
Hoca Bekir Efendi’nin 97 yaşındayken
çocukları ve torunuyla birlikte Antakya’dan ayrılmasının, yaklaşık 70 yıl önce
geldiği ve 50 yıla yakın öğretmenlik yaptığı bu kentten kopmanın onun için ne
denli güç olduğunu anlamak zor değil. Hele kızı Havva Hanım’ın, Fransız işgali
konusunda kendileri gibi düşünmeyen, çalışmadan ailesinin birikimiyle yaşamayı tercih
eden eşi Mehmet Vefa’dan ayrılıp çocuğuyla birlikte Adana’ya gitmeyi göze
alması, yurtseverlik bilincinin ne kadar güçlü olduğunu göstermesi bakımından
önemlidir. Bu noktada Havva Hanım’ın bu ilk evliliğine dair çocuklarının
verdiği bilgiler ışığında bir not düşmek gerekiyor. Hoca Bekir Efendi
Antakya’ya geldiğinde kentin ileri gelen, kültürlü ailelerinden Çeçen kökenli
Rauf Efendi’yle dostluk kuruyor. Bu dostluğun bir ifadesi olarak kızı Havva
Hanım’la Rauf Efendi’nin ailesinden Mehmet Vefa’nın evlenmesine olur veriyor.
Ancak, damadının tembelliğinden de sürekli şikayetçi olduğu, kızı ayrılmak
istediğinde de onunla birlikte hareket ettiği anlaşılıyor.
Ailenin Urfa Birecik’e gitmesinin
hikayesi de şuna dayanıyor: Nadir Bey, Halep Öğretmen Okulu’nda okurken sınıf
arkadaşı ve okul birincisi olan arkadaşı Şakir Bey (Soyadı kanunu çıktığında
“Bilgel” oluyor.) Havva Hanım’la evlenmek istiyor. Okul bittikten sonra
Birecik’te öğretmenliğe başlayan Şakir Bey, bir gün işgal altındaki Antakya’ya
geliyor ama Havva Hanım’ın evlendiğini öğreniyor. Çok üzülüyor. Gün gelip de
Nadir Bey’den (“Bilge” soyadını alıyor.) aldığı bir mektupla kardeşi Havva
Hanım’ın eşinden ayrılarak Adana’ya geldiğini öğreniyor ve hemen onları
ziyarete gidiyor. Orada evlenmeye karar veriyorlar, daha sonra da onların
atamalarının Birecik’e yapılması üzerine Hoca Bekir Efendi de Birecik’e
geliyor. Tahminen iki yıl burada yaşadıktan sonra 1925’te ölüyor ve dileği
üzerine içinden suların aktığı bahçeler içindeki bir mezara defnediliyor.
1927’de Birecik’te doğan Türkan Alpsar,
annesi Havva Hanım’ın 1897’de Antakya’da doğduğunu, çok iyi resim yaptığını ve çok iyi ud çaldığını söylüyor. Dayısı Nadir
Bey’in ise 1893’te Antakya’da doğduğunu belirtiyor. Eski takvimle 1335’te,
Miladi 1919’da Antakya’da dünyaya gelen Şahap Meteer’in anlatımına göre, Hoca
Bekir Efendi Antakya Rüştiyesi’nin kurucusu olduğu için, “Maarif Emini” teftiş
yaparken Havva Hanım’ın marifetli çalışmalarını görünce bu okulda öğretmen
olarak çalışması için görev yazısı çıkartır.
Böylece çok genç yaşta öğretmenliğe başlayan Havva Hanım, gerek
aydınlanmacı bilinci, gerekse mesleğindeki başarılarıyla Cumhuriyet’in ilk
kuşak eğitimcileri arasında yer alır.
Bu insanların birikimlerini bilincinde
taşıyan dostum Mete Alpsar’ın, onların anılarından yararlanmamız için kapsamlı
çalışma yaptığını öğrenmenin sevinciyle, taş ustalarının inceliklerine benzer
biçimde kitap üstüne kitap koyanları saygıyla anıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder