19 Mart 2012 Pazartesi

Antakya Kahvehaneleri Deyince





Antakya Kahvehaneleri Deyince.


Bedri Rahmi Eyüboğlu, “Trabzon deyince aklıma bir salkım karayemiş gelir” der “Trabzon Deyince”
şiirinde. Antakya deyince, aklımıza tek bir şey gelmez; defne, künefe, humus, lehm-i varak (kâğıt
kebap) başta olmak üzere birçok şeyi arka arkaya dizebiliriz. Nedense, kentlerle ilgili
betimlemelerde ya da zihinlerde kalıcı olan şeylerin başında “yiyecek”lerin adları vardır. “Can
boğazdan geçer”le bağlantılı bir öncelik olsa gerek bu. Şam deyince “şeker” gelir akla, Halep
deyince “süt” ve New York deyince “elma”… Ha, Şam deyince bir de “yasemin” çiçeği dillerden
düşmez. Antakya için de “defne”yi baş tacı yapmak gerekir ki, tarihte egemenlerin başını süsleyen
“taç” olarak kullanılması boşuna değildir.







Antakya kahvehaneleri deyince de benim aklıma “Kuru Abdo” ve “Şekibi’l-âmâ” gelir. Neden bu iki
insanın aklımıza düştüğüne gelince… Kuru Abdo, Uzunçarşı Orta Kahve’de; Şekibi’l-âmâ ise
Affan (İnci) Kahvesi’nde öne çıkan iki tiptir. Biri “arkası yarın” olarak adlandırılan takip eden
masallar, hikayeler anlatırken; diğeri Arapça maniler, tekerlemeler, hicivler söylermiş. Kitle
iletişim araçlarının henüz evlere girmediği dönemlere kadar (radyo, tv vb.) özellikle uzun kış
gecelerinde evlerde bir araya gelen akraba, dost ve komşular oyunlar oynar, türkü ve şarkılar
söyler, masallar anlatırlardı. Erkeklerin eğlence mekanlarının başında da kahvehaneler gelirdi.
(Cumhuriyet döneminde “modernleşme”nin bir göstergesi olarak kentlerde Kadın Kulüpleri de
devreye girmişti. Antakya Kadınlar Kulübü de 1950’lerden itibaren kentin burjuva kültürüne renk
katmıştır.) Dolayısıyla bu eğlence mekanlarının renkli kişilikleri arasında “hikaye etme” yeteneği
güçlü olanlar, herkes tarafından takdir edilirdi. Bir bakıma eğlence kaynağı olan bu kişiler, aynı
zamanda kentlilerin derin belleği olarak yaşarlardı.

Kuru Abdo’nun her akşam Antakya masallarından (haket), halk hikayelerinden, bazen de manzum
hikayelerden örnekler anlattığı Uzunçarşı Orta Kahve’ye, sabahleyin ilk gelen müşteriye parasız
kahve ikram etmek, gelenekselleşmiştir. Benzer bir geleneğin, Şam’da 400 yıllık bir kahvehanede
sürdüğünü, ilk kez 2002’de görmüştüm. İki ay Arapça öğrenmek üzere Mahed’e gittiğim Şam’da
yorgunluk atmak ve farklı bir kültürü tanımak amacıyla arada bir gittiğim “Al-Navfara”
kahvesinde hoş kokulu şekersiz kahvemi içer, kendimden geçerdim. Turistlerin çok rağbet ettiği
burada her masada bir taraftan nargileler fokurdarken, eğer yolunuz kahveye akşam altı gibi
düşmüşse, elinde sopası, yüksek bir koltuğa oturmuş “Hakaviti” denilen “hikaye anlatıcısı”yla
karşılaşırsınız. Bu anlatıcını Arapça hikayelerini iki kez dinleme olanağı bulmuştum, Arapçanın
kendine özgü ahengiyle su gibi akan bu hikayelerde ne olduğunu tam anlamasam da birinde
Leyla ve Mecnun’un aşkının anlatıldığını fark etmiştim. Tabii Arap kültüründe yer alan Cuha,
yani bizdeki Nasrettin Hoca’ya benzer bir tipin hikaye ve fıkralarına da yer verildiğini
söylemişlerdi. En son 2010’da eşim Sevda Hanım’la gittiğimizde, öğle saatlerine denk geldiği için,
babadan oğla geçerek 400 yıldır süren bu hikaye anlatıcısını görme olanağı bulamamıştık. Bizim
Kuru Abdo ile “Hakaviti”nin aynı geleneğin iki dilde (Türkçe-Arapça) sürdürücüsü olduklarını
düşünüp, aslında kahvehanelere “kıraathane” dendiği aklıma geldi. Eskiden, yaklaşık 500 yıl
önce İstanbul ve Bursa’daki kahvelerde bir arya gelen sanatçılar edebiyat sohbetleri yapar, şiirler
okurlarmış. Zaten “kıraathane” de “okumaevi” anlamına geliyor. Ne yazık ki zamanla
“tembellikevi”ne dönüşen kahveler, zamanla domino, tavla, kâğıt oyunlarının mekanı haline gelmiş.
Bu durumu, tersine dönüştürmenin, yani edebiyat söyleşilerinin yapıldığı; şiirlerin, kitap ve
gazetelerin okunduğu kahvelere kavuşmanın zamanı…


Şekibi’l-âmâ’ya gelince… Kahvelerdeki şiirin, edebi sohbetlerin küçük bir örneği olarak
niteleyebileceğimiz Affan Kahvesi’ne geldiğinde, herkesin pür-dikkat kesildiği Kör Şekip, herkesi
sesinden tanıdığı gibi, merhabalaştığı insanların ikinci kez elini sıktığında, hemen adıyla hitap
edecek kadar duyargaları güçlü bir insanmış. 1930’da yapıldığı bilinen, hatta mimarının bir Rus
olduğu söylenen Affan Kahvesi’nde kendisine takılan kişilere maniler dizermiş Arapça. Onlardan
birkaçını örneklemek istiyorum.

1. “Mehmet Ali habbi, hab bint Konyal’e/ Lebbese minil dehep belde/ Basa min ayna min viçça/ Atito bil elf miye”

“Mehmet Ali, Konyalı bir kızı sevdi/ O kendisine altından bir elbise giydirdi/ Gözünden ve yüzünden
öptü/ Kız kendisine binlikler ve yüzlükler verdi”

2. “Feyruz, bi şehir temmuz/ Abana kasit buz/ Kiffit muz/ Allayınanlu helbuz”

“Feyruz, aylardan temmuz/ Bize bir kâse buz/ Bir sepet muz(doldurdu)/ Lanet olsun çehresine”

3. “Habip, ekel felfle hebib bip/ Rah neğit tabib/ Darabo hamsin kadip”

“Habip, biber yedi ve alabildiğine yandı/ Doktora gitti/ Doktor elli çubuk vurdu”

4. “Süleyman, bihibin nisvan/ Bufut bil bistan/ Birget halfın nisvan”

“Süleyman, kadınları sever/ Bostana geçer/ Kadınların peşine düşer”


Yukarıdaki örneklerden anlaşılacağı üzere doğaçlama uyaklı sözlerle kişiyi, bir durum ya da olayı
anında betimleyen Şekibi’l-âmâ, Affan Kahvesi’ne olduğu kadar yaşadığı kentin sokaklarına,
çarşılarına da renk katan bir kişilik… Onun geceleri dışarıda dolaştığında “fener”ini tutarak
kendisine yardım eden Necimü’l-şeyni (Sakat Necmi) ve çok ustaca çaldığı kemanıyla
gezintilerine renk katan Genim Demirel’le düşüp kalktığını bilen hemşehrileri, onlara “üçlü
kafadar” diye seslenirmiş. Bunların ortak özellikleri bekar olmaları ve yaşamın zorluklarını
birlikte göğüslemeleridir. Arkadaşlarıyla kader birliği yapan Şekibi’l-âmâ’ya uyaklı ve ölçülü
taşlamalarıyla takılan ve böylece atışmanın gündemden düşmediği Kör Ali’den söz edilir.

Ramazan aylarında maniler dizerek insanları eğlendiren ve böylece yardım toplayan Şekibi’l-âmâ’nın
Türkçe söylediği manilerden biri şöyle:


“Çıkalım sağa ağa

İnelim bağa ağa

Hey İbrahim Ağa

Gönder bahşişi bana”


Onun niçin evlenmediğini de ele veren Arapça deyişi de şöyle:


“He’z-zaman beddu ras

Iykun melyen van

Kalb min hacari’l-savvan

Ya amma şatır fennen

Hette yıkdır annisvan”


Kadınlara ilişkin bir önyargıyı dile getiren bu manzumenin özeti şöyle: “Bu zamanda kafamız bilgiyle
dolacak ki, kadınlarla baş edebilelim.”

Doğrusu, bu insanları anlatırken, bir kentin toplumsal buluşma ortamlarının nasıl olması gerektiğine
dair yeniden düşündüm. Aklıma bunda 11 yıl önce gerçekleştiridğimiz bir etkinlik geldi. “Asi
Kıyısından Bir Hoş Sadâ-Antakya’nın Sosyal Buluşma Mekanları Sergisi”ni, Antakya Yerel Tarih
Grubu’ndan Tülin Arslanoğlu Nami Beştepe, Hakan Coşkun, Güneş Daraoğlu, Mehmet Daraoğlu,
Kerim Dönmez, Müslüm Kabadayı, Mehmet Karasu, Kadriye Şahin, Mine Temiz, Celal Yahyaoğlu
ve Nasır Yeniocak’ın ortak çalışmalarıyla 2001’de Eski Antakya Belediye Binası’nda açmıştık.
Binlerce insanın gezip görüş ve duygularıyla katkıda bulunduğu, yeni kuşağın yaşadığı kentin
toplumsal dokusunu ve tarihi mekanları tanıdığı bu sergide, Antakya’nın kahve ve sinemaları,
fotoğraflar ve canlı tanıkların anıları eşliğinde bir kültürleşme dönemi aktarılmıştı. Şimdi kentler
cama betona boğuldu, arabalar çoğaldı, kentimize üniversite geldi ama kültürler mozaiği
Antakya’da yeni bir “toplumsal kültürleşme” ortamını yaratacak buluşma mekanları pek az.

Valilik, Kaymakamlık, Belediyeler, Muhtarlıklar başta olmak üzere tüm yerel yönetim birimlerinin;
toplumun her kesiminin temsilcilerinden oluşan ve demokratik bir seçimle gerçekleşen Kent
Konseyi’nin belirleyeceği bir kent kültür politikasını, yine halkın denetimine açık olmak üzere uygulamaya koymalarını sağlamak zorundayız. Yoksa, bir zamanlar şair Süleyman Okay ağabeyle
oturup toplumcu şiir üzerine söyleştiğimiz Cumhuriyet Caddesi’ndeki Asmalı Kahve’nin yerinde
yeller esmeye devam edecek ve bizim yüreğimiz burkulacak orayı her gördüğümüzde. Bizi, Roma
Köprümüzden, Kapıcı Kümbeti’nden, nauralardan (su dolapları) mahrum bırakanları biz nasıl
lanetliyorsak, yeni kuşağa böyle acıları yaşatmamak için bizim daha çok mücadele etmemiz gerekiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder